16 Ocak 2009 Cuma

Bir nefret boşalması

"Kanlı Düğün" ve "Kırmızı Pazartesi" hayranı bir gençten "belki abuk", "belki kötü" bir deneme...
Öfkenin dışavurumu aynı zamanda

**

Bir katil '09
Büyük bir Histeri anı...

**


"Bugün öldürdüm seni… Sen… Yüzüme attığın o çamuru asla temizleyemeyeceğimi düşünmüştün… Mahalledeki herkes tüm hafta boyunca bana sorular sordu… Sessizce uzaklaştım yanlarından… Onlar arkamdan gülerken… Ben bu planı yaptım… Seni herkesin önünde öldürecektim… Seni çarşıda sıkıştırdığım o anda… İçimdeki nefreti alevlendirdin… Hala benimle dalga geçiyordun… Ben benimle dalga geçilmesini sevmem… Aşağılanmayı kaldıramıyorum artık… Dün senden korkanlar… Bugün beni alkışlayacaklardı… Ve bugün alkışlanandan yarın elbet korkulacaktı… O sırada, herkes bize bakarken aklından neler geçiyordu? Korkuyordun… Elbet korkuyordun sen de herkes gibi… Yapabileceğime gözlerime bakınca inanmıştın… Bense geçen hafta kardeşimi taşladığında… Onun ağlayan gözlerine bakınca anlamıştım… Yapabileceğimi… Ona bunu nasıl yaptın? Seni piç herif… Benimle dalga geçmeni umursamazdım… Deli diye yapıştırdığınız yaftayı… Yemedim ben hiçbir zaman…Kabullenmedim… Önemsemediniz… Hiçbiriniz… Ama sen… Sen beni ailemin önünde küçük düşürdün… Ve şimdi ölme zamanın… Sonsuz bir huzura kavuşturuyorum seni… Bunun için kendimi suçluyorum… Ben ölmek istemiyorum… O yüzden… Şimdi… Seni öldürüyorum… Senin zamanın geldi… Ve sen gülüyorsun… Yapacak hiçbir şeyi olmayan adamların çaresizliğini gösteriyorsun… Orada… Çarşının ortasında silahı çıkarınca… Güldün… Herkes korkmuştu ama… İçlerinden seviniyorlardı biliyor musun? Sen de böyle “kral” olmamış mıydın? Yarın… Hayat başlayacak… Yarın… Ben artık delilikten liderliğe terfi edeceğim… Sen… Sen Gülerken… Duyuyor musun? Sen gülerken… Yüzüme bakıp gülemiyorsun bile, sırıtman hep bıyık altından… Erkekçe bir gülüşün bile yok… Ve şimdi… Son sözünü söylemene bile fırsat bırakmadım… Özür diledin… Önümde… Diz çöküp yalvardın… Silahı kafanın arkasına dayadım, Ve tetiği çektim… Bir ruletti oynadığımız, Silah patlamadı… Bir daha çektim… Kanın ellerime aktı… Ben o kanı eve götürdüm bugün… Kardeşime gösterdim… Gurur duydu benimle… Hayatımda ilk kez… Hayat az önce başladı bana… Sen… Arkamdan işler çevirdin… Yakıp yıktığında sustum… Yüzüme tükürdün… Herkes gibi… Korktum senden… Artık sen bir ölüsün… Herkesin içinde öldürdüm seni… Mezarına gelenler… Senin için gelmiş olmayacaklar aslında… Bu bok yığını için hiç kimse üzülmeyecek… Bugün seni öldürdüm… Ve hayat yeni başladı… Bugün… Artık özgürüm…"

Amazon

"Başarı dediğin insanı ezip apartman ve fabrika kurmaktır."
Can Yücel


Ocak, 2000

Dar, alçak tavanlı bir dükkân… Her yanı raflarla çevrili… Her bir rafta onar yirmişer kitaptan oluşan üstleri tozlu bloklar. Rafların arasına serpiştirilmiş gibi duran iki küçük tabure ve bir adet tahta masa… Hepsinin sahibi işte oradaki adam. Ayağa kalksa başı tavana çarpacakmış gibi gelir insana. Gününün büyük kısmını burada, o minik taburelerde geçirdiğinden beli eğrilmiştir. Yüzü muntazam kırışmıştır, yaşlıdır ama o eski havasından bir şey kaybetmemiştir. Tahta masası daima düzenlidir. Okuduğu iki kitap, öteyi beriyi kaydettiği bir adet defter ve paraları koyduğu küçük bir kasa… Hesap makinesine ihtiyaç duymaz, gerekirse yanındaki dükkândan alıverir. Burayı babasından devralmıştır, az ilerideki büyük üniversitede iktisat okumuştur hâlbuki yıllarca. Okumuştur okumasına da, mezun olamamıştır. Kovulmuştur çünkü. Şimdi, “suç ortaklarıyla” bu küçük dükkânda buluşmuştur. Kitapları… Meteliğe kurşun attıran işi, en bıkkın zamanlarında onu yaşadığı dakikalara sımsıkı bağlayan hobisi, ayrıldığı sevgilisi, dertleştiği dostu kitaplar… “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki bilge saatçiye göre her saat kendi zamanını ve hayatını yaşayan bir canlıdır. Bizim kitapçımız da bu saat-saatçi ilişkisinin benzerini kurar dört bir yanını sarmış bu sayfalarla. Eski bir kitapçıdır burası, İstanbul’un –eskiye nazaran kirlenmiş- semti Beyazıt’ta. Her sabah, yavaş adımlarla geçer meydanı usulca. Dükkânına giderken hep heyecanlı olur kitapçı, otuz yıldır her sabah aynı heyecan. Saat onda açar dükkânını, bir dakika sektirmez. Kitapların ferahlatıcı kokusu içeriye sinmiştir. Yerdeki parkelere dahi hakimdir sayfaların koyu sarı tonu. Sadece eski kitapları satmaz, yenilerine de açıktır. Her çıkan kitabı takip etmeye çalışır. Eski klasikleri, büyük Rus yazarlarını veya Yeni Kıta’dan çıkan yazarları beğenir, Türk yazarlarının hakkını yemeden. Yaşar Kemal’den “İnce Memed” favorisidir… Tutkudur onu buraya bağlayan… Bir çocuğun ilk oyuncağına duyduğu, bir genç kızın ilk sevişmesinde hissettiği tutku gibi… Bir yazarın yazmak istemesindeki tutku gibi karşılıksız, saf bir duygu… Bugünlerde, diğer dükkânların parlak vitrinlerini bilgisayar kitapları süslemeye başlamıştır. Hepsinin yanında “Office kitabı geldi!”, “Adım adım internet kitabı geldi!” gibi büyük yazılar göze çarpmaktadır. Eskiye rağbet olsa, bizim kitapçının dükkânına nur yağacaktır da… Onun bilgisayarla ilgisi yoktur, bilgisayarı da yoktur. Merak etmektedir ama, bir kitapta okumuştur, şu internet ne menem şeydir! Bir gün, öğle yemeği bahanesine, çıkar dükkânından. Başını önüne eğer, paltosunun yakalarını havaya diker. Şapkasını da alır, doğru karşıda yeni açıldığını duyduğu internet kafeye doğru ilerler. Adımları çekingendir. Hayatı boyunca aynı şeyleri yemiş bir adamın yeni bir tatla tanışmasındaki o ilk ürkeklik vardır üstünde… O yıllarda yoktur öyle her evde bir internet, tüm cemaat bu küçük kafeye toplanmıştır. Yan yana masalarda sıkış tepiş oturan genç erkekler, belli ki önemli işleri var veyahut bu bilgisayar bir suç işlemiş onlara karşı… Başka türlü nasıl basılır ki böylesine sert sert, kırarcasına, o tuşlara? Kitapçı; en köşeye gider, arkasındaki –kafenin sahibi- gençten yardım ister. Genç, ona kısa sürede temel bir internet eğitimi verir. Kalkarken internetin saatinin “iki milyon lira” olduğunu hatırlatır. Kitapçı; oradan kalkıp dükkânına geri döndüğünde neredeyse akşam olmuştur. Ertesi akşam yine gider, öğrenmelidir. Ve o akşam, gazetede gördüğü bir haberi merak ederek tuşlar klavyeyi aksak aksak… “www.amazon.com” Söylendiği gibi, gerçekten, kitap mı satıyordur burası? İngilizcesi de yoktur, pek bir şey anlamaz. O gece uyuyamaz kitapçı. “İnternetten kitap mı alıyorlar? Yahu olur mu öyle şey? İnsan koklamadan, dokunmadan, sayfaları şöyle bir karıştırmadan kitap alabilir mi?” Kitapçı “Yok artık!” Diye düşünür… “Oldu olacak, yemeğimizi de internetten söyleyelim…” Yok artık! Olur muydu öyle şey! Bir şey yapmalıydı! Ertesi gün belki de ilk kez gecikti dükkâna. Uykusunu alamamıştı, uyuyamamıştı ki! O gün, sürekli müşterilerinden olan, yirmilerinde bir kız geldi. Kitapçı, bir iki hoşbeşten sonra dayanamadı interneti olup olmadığını sordu. Kız olumlu yanıtlayınca, esas meseleye geldi. Kızı masasına çağırdı, oturmasını istedi, sonra sağına ve soluna baktı usulca. “Amazon…” diye fısıldadı. “İnternette bir site varmış. Biliyor musun sen onu?” Kız utangaç, “Biliyorum, ama bu söylediğim kitabı orada da bulamadım, sizde de yok madem…” Dedi ve kaçtı! Evet, kaçtı kız! Koşarcasına uzaklaştı… Kitapçı olduğu yere çöktü. Aldatılmıştı…
Yıllar geçti… Kitapçının müşterisi azaldı. Satışlar iyi gitmiyordu. Türk versiyonları çıkmıştı şimdi bir de Amazon’un. “Mübarek, her gelişmeye pek çabuk adapte olurmuşuz gibi, bunu hemen benimseyiverdik!” Sayıları artıyordu sanal okuyucuların da, kitapçıların da. Kitapçıya tek tük uğranır oldu. 90’larda bir rivayettir gidiyordu, ana haber bültenlerinde bile bundan bahsediliyordu ciddi ciddi: Arabalar uçacaktı “milenyum”da. Bildiğiniz, havadan gidecekti yani şaka falan değil! İnsanların beklediği gibi arabalar durup dururken havalanmamıştı 2000’lerde, sırf yılın sayısı yuvarlak bir rakama denk geldi diye… Bu teknoloji budalası hiçbir boka yaramamıştı da, olan onun küçük sevimli dükkânına olmuştu. Elin amazonu onun yerini almıştı. Kitapların kokusunu çekti içine…
Hepsi hepsi, eski bir yığın önünde, yarını meçhul, ikinci el üzüntüler hakim oldu dünyasına. Dükkânından çıktı, pasajda çay kaşıklarının bardağın içinde dans ederken çıkardığı melodiyi ve tavla zarlarından gelen o davetkâr sesi dinledi bir süre…
Bir ay sonra dükkânını kapadı, yerine bir internet kafe açıldı. Yerine açılan internet kafede bir iş buldu kendisine. Şimdi bir bilgisayarı vardı, yazıcısı ve başucu kitabı… Amazona girdi, elinde kalan kitaplarının bir listesini çıkarmıştı, listedekileri bir bir satışa koymaya başladı… Anlaşılan uzun sürecekti işi, internetten yemeğini söyledi, klavyenin boşlukları arasında kaybolup gitti…
**
küçük not: fikir babalığı yaptığı için büyük insan, yüce karakter silvyo'ya teşekkürlerimi iletiyorum...

11 Ocak 2009 Pazar

Yazlığı olmayan çocuk



Karşısındaki bıyıklı ve göbekli adam ona gülmedi, sevmezdi onu. Neden öğretmenlerin çoğu gözlüklü olurdu? Ya da neden gözlük takmış insanlara daima bir “çok okumuşluk” havası hakimdi? Düşünecekti bunu. Önce düşünmesi gereken başka bir şeyi vardı. İhsan Bey kendisine beyaz, ince bir kağıt uzatıyordu şimdi. Ona İhsan Bey demeyi annesinden öğrenmişti. Sınıf öğretmenine bu şekilde hitap etmesi, ona kendisini büyük hissettiriyordu. Bir dakika! Bu kağıtta bir eksik vardı. Niye bembeyazdı ki bu kağıt? Diğerlerinin üzerinde en azından kırmızı bir kurdele vardı? O da istedi! “Benim kurdelem nerede?” “Senin kurdelen yok, gelecek sene çok çalışırsan senin de olur.” O sırada İhsan Bey’in arkasından gülen şişman çocukla göz göze geldi. Kırmızı kurdelesini annesine sarılırken sallıyordu. Pis pis sırıttı Efe’ye ve annesinin elinden tutarak çıktı sınıftan. Efe’nin annesi gelmemişti, işi vardı, Efe kusura bakmasındı. Dersleri iyi değildi; amma kafası iyi çalışırdı Efe’nin. Saçları gözlerini kapatıyordu. Kısa bir boyu vardı, herkes tatlı olduğunu söylerdi, cazibesini tatlılığından alıyordu öyleyse. Eve gitti, karnesini sakladı. Annesi buldu karnesini, bunu bile becerememişti. Kızdılar Efe’ye, çok kızdılar. Efe anlamıyordu. Bir hafta dışarı çıkması yasaklandı. Zaten sonra da tatile çıkacaklardı. Her yaz yaparlardı bunu. Bir hafta sonra dışarı çıktı Efe. Dışarıda hiçbir arkadaşını bulamadı. Bir tek o şişko çocuğu görür gibi oldu, bir duvarın arkasına gizlendi. Küçücüktü Efe, kolay saklandı. Neredeydi tüm arkadaşları? Sonradan öğrendi, herkes yazlığına gitmişti… Yazlık… Hiç yazlığı olmamıştı Efe’nin, dokuz yaşındaydı ve dokuz yıldır bir yazlığı yoktu. Her yıl giderdi arkadaşları yazlığa. O da giderdi tatile. Bir otele giderlerdi. “Otel çocuğu”ydu o. Tatil köyüne bile gitmezlerdi. Annesi, babası herhangi bir iş yapmak istemezdi tatilde. Zaten bir haftalık bir tatilleri olurdu, onu da iş yaparak geçiremezlerdi. Yoğun insanlardı onlar. Efe’nin aksine çalışkanlardı. Efe kendinden utanırdı kimi zaman. Kurdele bile alamamıştı, halbuki çok fiyakalı görünüyordu. Kırmızı ve parlak… Eylül ayında okul açılırdı. Arkadaşları yazlıktan bahsederken o başka bir köşeye geçerdi. Yıllar geçmeye başlamıştı, her şey değişmişti Efe’nin hayatında. Annesinin işi, babasının işi, çok sevdiği çikolatanın fiyatı, okuduğu kitapların kalınlığı… Hatta… Hatta bir de kardeşi olmuştu ufacık. Değişmeyen iki şey kalmıştı hayatında. Hala kurdele alamıyordu, ve hala bir yazlığı yoktu, yazlık muhabbetlerine giremiyordu. Plajda ateş yakıp kızlarla oturamamıştı hiç, onun gittiği otellerde hep turistler vardı, yabancı dili yoktu Efe’nin. “Arkadaşlarla toplaşıp” haylazlıklar yapamamıştı, gitar çalamamış, denize nasıl artistik daldığını gösterememişti kimseye. Oysa iyi dalardı, iyi yüzerdi. Yaz aşkı da olmamıştı. Tüm aşkları “şehir aşkları”ydı onun. Fazla da aşk yaşamışlığı yoktu zaten… Büyüdükçe çevresinde yazlığı olmayan tek kişinin kendisi olmadığını anladı, çoktular, birleşip büyük bir güç haline gelebilirlerdi. Yapmadı, böyle aktif bir rol üstlenemezdi. Bir şey daha fark etti sonra. Yazlığı olmayanlar en azından arkadaşlarının yazlıklarına gidiyorlardı. Efe, bunu da yapmamıştı. Bir dakika yahu, kimse onu çağırmamıştı ki! Üzüldü, odasına kapandı. Yemeğe inmedi. On beş yaşındaydı, bir yandan sınıftaki sarışın afete aşık oluyordu. Yazlığı olsa, en azından oradan bir muhabbete girebilirdi. Hem, belki –bir ümit- aynı sokakta bile olurdu yazlıkları. Yoktu, artık kurdele de verilmiyordu, şimdi başka bir kağıt veriliyordu. “Teşekkür belgesi” adı altında bir şükran sunumu… Onu da alamıyordu ki… Büyüdü Efe, o kıza açılamadan büyüdü. Özgüvensizlikle büyüdü, hep köşesinde, hep saçlarıyla gözlerini saklayarak büyüdü. Okul bitti… Bir iş buldu güç bela… Evlenemedi, çocuğu da olmadı. Yıllarca para biriktirdi bir köşede Efe… Bir yazlık aldı sonra, en güzel yerden, denize sıfır. Çok güzeldi yazlığı, komşular imrendiler. Akşam çaya geldiler. Efe onlara en güzel kekleri yaptı, pek de hamarattı. Komşular evin girişindeki koca kırmızı kurdelenin çok tatlı olduğunu söylediler. Gülümsedi, teşekkür etti. O gece komşular evlerine gitti. Sallandılar. Yıkılmadılar. Deprem olmuştu. Ertesi gün komşuları taşındı oradan. Satacaklardı o evi, uğursuzdu orası. Bir kez daha yalnız kaldı Efe… Kurdelenin altına oturdu, sessizliği dinledi. Yazlığı olmayan çocuktu o… Hüzün yakışıyordu ona…
**
Küçük not: bol bol abartı kullanılmıştır, yoksa pek tabidir ki bu dert bile değildir. Ama yazmak da bu yüzden güzeldir.. Fotoğraftaki kardeşim buarada, küçükkene, sevimlidir halen..

10 Ocak 2009 Cumartesi

Bakkal Amca


50li yaşlarının keyfini sürüyordu bakkal amca kendisine ayırdığı küçük ve tıka basa dolu dükkanında. Şekerlemeler, çikolatalar, yağlar, ballar arasında geçiyordu hayatı. Yağ, bal arasında geçiyordu hayatı dediysem, sahiden!... Mutluydu… Keyfi yerinde, sırtı pekti. Parasal açıdan değildi ama parası olsa da harcayacak yeri yoktu zaten. Nerede oturduğu bilinmezdi, hep buradaydı o. Buralıydı. Sabah müşterileri rutini aksatmaz ona gelirdi, gazetelerini alırlardı. Herkesin gazetesi belliydi amma arada değişiklik de yaparlardı. Bakkal amca sevinirdi buna. O her sabah hepsini okurdu biraz biraz. Dairesinde –ki burası onun gerçek eviydi- televizyon yoktu, radyo vardı küçük bir tane. Cızırdardı, ses çıkarmazdı çoğu zaman ama olsundu, vardı ya, o yeterdi… Ha, bu arada dükkanın kendisinin adı da “Bakkal Amca”ydı. Kendi lakabını kendi vermişti anlayacağınız. Bir ara sebze, meyve işine de girmek istedi. Yapmadı. Yapamadı. Mahallenin manavının işini almak istemedi. Sevmezdi çünkü. Ona yeterdi kendi kazandığı, kendi yeri, yurdu. Bilirdi ki o sebze, meyve satmaya başlarsa, mahalleli ona gelecek, manavın işleri rast gitmeyecek bundan gayrı. Çoluğu, çocuğu mahalleliydi. Tonton değildi, incecik, kara kuru bir şeydi aksine. Kısa boyluydu. Bodurdu demek daha mı doğru olur bilmem ki... Yine de ona “dede” demek hoşuna giderdi çocukların. Bir gün karşısındaki küçük bahçeli ev yıkıldı bakkal amcanın. O eve bakınca kendi memleketi gelmişti aklına hep. Yeri, yurdu burası dedik amma elbet bir memleketi vardı bakkal amcanın da herkes gibi. Ege’nin denize dik dağ yamaçlarında… Alabildiğine yeşillik… Ne diyorduk? Bir ev vardı karşısında ve yıkılmıştı. Çok geçmedi, bir gün yine kendisi düşeş için dua ederken tavla başında, büyük bir gürültüyle irkildi. Yıktı tavlayı, karşısındaki kasabı sinirlendirdi. Kasap onun aksine heybetliydi, kalktı masadan. Bakkal amcanın umurunda değildi. Daha önce defalarca yaptığı gibi birkaç bir şey götürür, affettirirdi kendini ne de olsa. Kamyonları gördü, dozerlerin kepçeleriniyse içeri kaçarken kapı aralığından görebildi. Sandalyesine oturmadı, tabureyi peynir sattığı yerin arkasına çekti, iki elini bacaklarının arasında kavuşturdu ve bekledi. Seslerin geçmesini… Sesler bittiğinde akşam olmuştu. O gün kimse uğramamıştı bakkal amcaya. Dışarı çıkmaya ürktü. Son ses de kaybolunca kafasını hafifçe uzattı. O gün kafasını uzattığında bir şey. Sade boşluk… O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı bakkal amca için. Kasapla tavlayı tekrar oynamak istedi, başaramadı. Kısa sürede yeni apartmanlar, süpermarketler kuruldu şirin mahallesine. Modernleşti mahalle. Bakkal amca modernleşemedi. Bir ara tabelasını ışıklandırmayı düşündü, başardı da. Çok para harcadı. Işıl ışıl oldu tabela. Kimse umursamadı. Bakkal amca unutuluyordu. Hüznü dükkanını sardı. Dükkan gittikçe küçüldü, küçüldü. Bir gün çöktü dükkan. Bakkal amca içerisindeydi, öldü. Geriye sadece ışıklandırmalar kaldı. Yerde ışıl ışıl bir enkaz… Bir ara minicik bir çocuk annesinin paltosundan çekiştirdi, parmağıyla ışıkları işaret ederek. Annesi dinlemedi, elinde kocaman poşetleri vardı. Bir yere yetişmesi gerekiyordu, belli ki. Herkesin olduğu gibi… Işıklar çocuğa göz kırparken kayboldular. Bakkal amca, enkazın altında, dertsiz, tasasız…

9 Ocak 2009 Cuma

8 Ocak gecesi hatırası


İçmek istiyorum… Öyle bira, votka falan değil. Ağır ağır rakı içmek. Birer duble, birer duble… Yavaş yavaş… Her yudumda boğazımı hafifçe yakmasını istiyorum… “İşte bak, suyun rengi beyazdır!” diyebilmek… Karşıma bir Anadolu manzarası almak… Hafif bir esinti… Esinti hafif olsun da, havanın soğuğu sert olsun. Üşümek istiyorum. Elime bir kitap… Can Baba da olur, Atilla İlhan da… Bir yanda arkadan hafif bir müzik. Türkçe sözlü hafif batı müziği dediklerinden değil. Harbi müzik. Hayal ediyorum. Sanatçılar sıralanmış. Hepsi de gidenlerden. Kazım var, Manço var… Onno üstat var ama o söylemiyor. Şimdi… Buradalar… Yetmiyor, gitmek istiyorum. Yanıma üç beş arkadaş alıp gitmek. Eğlenmek istemiyorum, gülmek de… Bazen gülmeden de mutlu olabilir insan. Hatta gülmeden de mutlu olmayı başarıyorsa işte o zaman “baba”dır “büyük”tür o kişi. Yağmur yağmaya başlıyor. Ben küçücük vücudumu bir köşeye sıkıştırıyorum, üşümem yerini ıslaklığa bırakmış. Karşıdan bir kalabalık geliyor. Gelenler kocaman olduğu için seçiliyor rahatlıkla. Bense ıslak, kuytu bir köşede, küçücük. Görmüyorlar bile beni. Çıkıyorum. Yağmur diniyor. Gülümseme yok yine ama rahatlık var. Yalnızca bir kadeh istiyorum, küçük ince belli bir kadeh! Yalnızca… Yalnızlık…

okumak ve yazmak üzerine (başlığı kadar sıkıcı değil)


Çocuktum. İlk okumalarımı yapmak için gün boyu annem veya babamın gelmesini beklerdim pencere kenarında. Mahallemiz o eski tip herkesin birbirini tanıdığı, hatta akraba olduğu mahallelerdendi. İki bina yanımda kuzenim vardı örneğin. İnsan bakımından neşeliydi amma ve lakin, mahallede dergi satan bir yer yoktu, gazete satıyordu bakkallar, o da bana sıkıcı geliyordu. Hem ben daha beş yaşındaydım. Anlamıyordum. Büyüklere göreydi gazeteler.(Hoş, ben hala gazeteleri anlamıyorum. Yani onları anlıyorum da, yapmaya çalıştıklarını...) Walt Disney… Evet buydu derginin adı! Donald Amca, Varyemez Amca, Mickey-Mini ikilisi… O dergiye aittiler. Babam eve gelirdi, elinde dergi… Annemle beni aralarına alıp dergiyi okumaya başlarlardı bana. Nedendir bilinmez, yazı işleri müdürünü bile bilirdim ben o derginin, okuturdum orasını bile. “Parmakla takip” en büyük esastı bu okumalar sırasında. Onlar takip edecekti ki ben nereyi okuduklarını görüp, okumayı öğrenecektim. Öğrenirdim de sahiden. O akşam ezberlediğim şekilde ertesi gün kendi kendime okurdum hikayeleri. Yazı işleri müdürünü es geçmeden… Tonlardım bir de. Her karakterin, ayrı sesi olurdu. Çocuk halimden ne kadar çeşitli sesler çıkardı bilseniz şaşarsınız. Sonra… Bir gün elimde yine dergi… Kapakta el sallayan koca koca adamlar gördüm. Ama burada Varyemez Amca olmuyor muydu? Bunlar insan! Neden? “Baba bu dergi bizim dergi değil!” Dergi kapanıyormuş, veda sayısıymış. O yıllarda yaşanabilecek en büyük hüzün… Hemen eski dergiler çıkarıldı. Evet, övünüyorum, o yıllarda bile –hani şu annelerin evde görmeye dayanamadığı ve bir yolunu bulup en eskilerden başlayarak sobaya attıkları- türden bir dergi koleksiyonum oluşmuştu benim. Gözlerimde yaşlar okumaya başladım… Yok, şaka, o kadar değil. Ama üzülmüştüm, güzel dergiydi işte. Niye kapandı ki? Kriz varmış sonra öğrendim. Neymiş ki kriz? Paraları yetmiyormuş. Bir çocuğun okuma aşkını köreltiyorsa kötü bir şey olsa gerekti. Onu da sonradan öğrettiler. Dergiyi bile aramıştık telefonunu bulup, yazarlar belki bir başkasından da bu kadar ilgi görselerdi napar eder bulurlardı dergiyi yaşatmanın yolunu. Hayır, kendimi kandırıyorum, bulamazlardı tabii, çocuk aklı işte… Ayrıca derginin parasını veren de yazarlar sanırdım hep… Kendin yaz, kendin çıkar gibi… Çizgi filmlerin arasında dergi okuduğumuz yıllardı. Okumadığımızda haylazlık yaptığımız, haylazlık yapmadığımızda mutlaka uyuyor olduğumuz. Ve her çocuk uyurken öyle masumdu ki… Öğrenmeye devam ediyorum… Büyüdüm, bir de yazayım dedim şimdi. Onun için açtım bu sayfayı. Kimler yazmıyor ki, ben niye yazmayacakmışım! Bu memlekette yazmayı hiç bilmeyen adamların köşelerini okumuyor mu insanlar her gün her gün!(İlk yazıdan taş!) Genç kızların günlüğü muamelesi yapayım blog'a. Bu arada, hep eziyoruz o genç kızları da, arkadaş, özeniyor muyuz bir yandan da ne! Bloglar da bir nevi günlük vazifesi görmüyor mu bazılarında? Neyse… Belki bir gün buradan ben de el sallarım insanlara. Belki bir gün bir çocuk da beni arar bulur. “Abi” der. “Bir Walt Disney vardı ne oldu ona?” Ne diyorduk? Walt Disney… Ne güzel dergiydi be, yine olsa yine okurum vallaha. Esenlikle…

Küçük not: Dergiye ait resim bulamadım, ancak ansiklopedilerinden birinin resmini koydum. Olsun, onlar da vardı bende, hala var, kitaplığımda duruyor. Valla. İsteyen gelsin bize görsün.