10 Ocak 2009 Cumartesi

Bakkal Amca


50li yaşlarının keyfini sürüyordu bakkal amca kendisine ayırdığı küçük ve tıka basa dolu dükkanında. Şekerlemeler, çikolatalar, yağlar, ballar arasında geçiyordu hayatı. Yağ, bal arasında geçiyordu hayatı dediysem, sahiden!... Mutluydu… Keyfi yerinde, sırtı pekti. Parasal açıdan değildi ama parası olsa da harcayacak yeri yoktu zaten. Nerede oturduğu bilinmezdi, hep buradaydı o. Buralıydı. Sabah müşterileri rutini aksatmaz ona gelirdi, gazetelerini alırlardı. Herkesin gazetesi belliydi amma arada değişiklik de yaparlardı. Bakkal amca sevinirdi buna. O her sabah hepsini okurdu biraz biraz. Dairesinde –ki burası onun gerçek eviydi- televizyon yoktu, radyo vardı küçük bir tane. Cızırdardı, ses çıkarmazdı çoğu zaman ama olsundu, vardı ya, o yeterdi… Ha, bu arada dükkanın kendisinin adı da “Bakkal Amca”ydı. Kendi lakabını kendi vermişti anlayacağınız. Bir ara sebze, meyve işine de girmek istedi. Yapmadı. Yapamadı. Mahallenin manavının işini almak istemedi. Sevmezdi çünkü. Ona yeterdi kendi kazandığı, kendi yeri, yurdu. Bilirdi ki o sebze, meyve satmaya başlarsa, mahalleli ona gelecek, manavın işleri rast gitmeyecek bundan gayrı. Çoluğu, çocuğu mahalleliydi. Tonton değildi, incecik, kara kuru bir şeydi aksine. Kısa boyluydu. Bodurdu demek daha mı doğru olur bilmem ki... Yine de ona “dede” demek hoşuna giderdi çocukların. Bir gün karşısındaki küçük bahçeli ev yıkıldı bakkal amcanın. O eve bakınca kendi memleketi gelmişti aklına hep. Yeri, yurdu burası dedik amma elbet bir memleketi vardı bakkal amcanın da herkes gibi. Ege’nin denize dik dağ yamaçlarında… Alabildiğine yeşillik… Ne diyorduk? Bir ev vardı karşısında ve yıkılmıştı. Çok geçmedi, bir gün yine kendisi düşeş için dua ederken tavla başında, büyük bir gürültüyle irkildi. Yıktı tavlayı, karşısındaki kasabı sinirlendirdi. Kasap onun aksine heybetliydi, kalktı masadan. Bakkal amcanın umurunda değildi. Daha önce defalarca yaptığı gibi birkaç bir şey götürür, affettirirdi kendini ne de olsa. Kamyonları gördü, dozerlerin kepçeleriniyse içeri kaçarken kapı aralığından görebildi. Sandalyesine oturmadı, tabureyi peynir sattığı yerin arkasına çekti, iki elini bacaklarının arasında kavuşturdu ve bekledi. Seslerin geçmesini… Sesler bittiğinde akşam olmuştu. O gün kimse uğramamıştı bakkal amcaya. Dışarı çıkmaya ürktü. Son ses de kaybolunca kafasını hafifçe uzattı. O gün kafasını uzattığında bir şey. Sade boşluk… O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı bakkal amca için. Kasapla tavlayı tekrar oynamak istedi, başaramadı. Kısa sürede yeni apartmanlar, süpermarketler kuruldu şirin mahallesine. Modernleşti mahalle. Bakkal amca modernleşemedi. Bir ara tabelasını ışıklandırmayı düşündü, başardı da. Çok para harcadı. Işıl ışıl oldu tabela. Kimse umursamadı. Bakkal amca unutuluyordu. Hüznü dükkanını sardı. Dükkan gittikçe küçüldü, küçüldü. Bir gün çöktü dükkan. Bakkal amca içerisindeydi, öldü. Geriye sadece ışıklandırmalar kaldı. Yerde ışıl ışıl bir enkaz… Bir ara minicik bir çocuk annesinin paltosundan çekiştirdi, parmağıyla ışıkları işaret ederek. Annesi dinlemedi, elinde kocaman poşetleri vardı. Bir yere yetişmesi gerekiyordu, belli ki. Herkesin olduğu gibi… Işıklar çocuğa göz kırparken kayboldular. Bakkal amca, enkazın altında, dertsiz, tasasız…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder