4 Aralık 2009 Cuma
Kadın
9 Kasım 2009 Pazartesi
Bir soru ve cevabı
Bir derste soruldu bu soru. Kaç f'in kaç y'ye eşit olduğu gibisinden bir soru değildi, gidip google'da aranacak herhangi bir tarih sorusu da değil. Çoğunluğun küçümseyeceği -çünkü onlar büyük matematik ve fizik problemleri çözüp, bir sürü şeyi ölçüp, biçip koca koca mühendisler, bankacılar vesaireler vesaireler olacak insanlardı- ve aslında hayatla, hayatın ta kendisiyle doğrudan ilişkili bu soru onların gözünde gayet değersizdi. Buyrun benim kendimce değerli cevabıma...
Upuzun bir yazı da yazılabilir, bir kitap da çıkabilir bu sorudan, fakat kısa olması isteniyordu, öyle de oldu...
******
Ağlayarak başladığım şu hayatta, herhalde ilk öğrendiğim şey de gülebilmek oldu. Bir kez bunu öğrenince de, dünyanın dedikleri kadar da boktan bir yer olmadığını gördüm. Yaşamak heyecan verici bir aktiviteydi, her anı yeni bir sürprize gebe…Büyüdükçe, pek çok insan tanıdım ve hayattan bir şeyler öğrenenin sadece kendim olmadığımı anladım. Herkes daimi bir öğrenme hali içerisindeydi ve sizi de bu süreç içinde birer denek olarak kullanıyorlardı. Tıpkı sizin onlara yaptığınız gibi… Herkesin kendi annesinin en iyi, kendi aşkının en büyük, kendi sevgilisinin en güzel olduğunu öğrendim. Ancak herkesin kendi babası en iyi olmayabiliyordu, böylece erkeğin kadından farkını öğrendim. Benimki hala en iyiydi. Söylenenlere kulak asmadan kendi doğrularının peşinden koşmanın, karşı koyup isyan edebilmenin zevkini öğrendiğimde yüzümde iyi bir gülümseme oluştu. Güzel bir çikolatanın, iyi bir müziğin, şöyle sağlam bir aşk acısının, yazın ortasında kurulan bir rakı sofrasının, ve en çok da özgürlüğün kıymetini anladım. Her zaman çok da dürüst olmak gerekmediğini, her şeye ılımlı yaklaşmanın sıkıcılığını, ve “uslu” olmanın “yakışıklı değil ama sempatik” olmak gibi bir şey olduğunu öğrendim. En klişe tabirle; her gün, herkesten bir şeyler kaptım, kapıyorum. Klişelerin aslında ne kadar da naif ve eğlenceli olduğunu öğrendim.
28 Ekim 2009 Çarşamba
Öpüşmeden çocuk yapmak
Sağlık bakanımız son açıklamasıyla yine kalbimizde taht kurdu:
“5 ay öpüşmeyin!”
Her ne kadar başbakanının “3 çocuk” isteğiyle aynı paralelde olmasa da –anladınız, zor bir durum-,kendince istikrarlı bir açıklamaydı bu. Nitekim, son 1 ayda önce “okullar kapanabilir” açıklaması geldi bakanlıktan, sonra “işte biz böyle önlem alırız, dediğimizi yaparız” dercesine bir bir kapanmaya başladı okullar.
Son bir aydır, “domuz gribine karşı, el yıkama alternatifi” olarak tüm televizyonlarda bangır bangır karşımıza çıkan jellerin fiyatı 2 milyondan 10 milyona çıkarken, gribe karşı etkili olduğu ileri sürülen sebzelerin fiyatı arttı, halk bütünüyle paniğe sevkedildi. Yeni bir aşı da piyasaya çıktı, malum... Herkes, bir şeylerden -sağlıktan bile- faydalanma peşinde sanki. Halk bilinçlensin bilinçlenmesine de, acaba "ürküten haberler silsilesi" halkı bilinçlendirmek yerine tüketmeye ve sinmeye mi itiyor biraz? "Evinizde oturun, kafeye, sinemaya gitmeyin, okula da gitmeyin, hatta işe de gitmeyin..." Güzel bir çözüm, ama "Ah şu okullar olmasa, maarifi ne güzel yönetirdim" e mi benziyor sanki?
Her şeyi abartmayı pek seviyoruz, Çernobil’den sonra “bakın bana bir şey olmuyor” diyerek çay içen bakandan iyidir; fakat, yine de abartmıyor muyuz? Daha sakin ve sağlam önlemler alınamaz mı bu ülkede? İlle de milleti karantinaya mı almalı?
5 Mayıs 2009 Salı
İstanbul Medyası,Doğu ve Acı
Saat 1 suları… Okan Bayulgen programını bitirdi ve NTV –nihayet- yayına başladı. Olması gerektiği gibi… Reha Muhtar ise tüm –şirinliğiyle- programını sürdürmekte… En güvenilen ve bilinen, dünyaca ünlü “CNN”in adını alan kanallar bile bunu yaparsa, millet ne yapsın? Olaya üzüldüm, sinirlendim, ve bu tavır çok garip geldi… Bunun için yazdım. Belki saçma, belki anlamsız ama senelerdir kafamı meşgul eden bir ayrım olduğu için bu Batı-Doğu ayrımı… Yılmaz Erdoğan bir gösterisinin sonunda şöyle diyordu: “Siz ölümde bile bölge ayrımı yaparsanız, biz ülke olarak daha çok batarız…” Doğru…
Saat 2! Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsanız, iyi geceler! Reha Muhtar programı bitirdi, ve CNNTürk yayına başladı…
3 kişi bir eve girip 44 kişiyi öldürebiliyor ve bu, hayat hakkında beni çok düşündürüyor. Ölenlerin çoğu çocuk ve kadınmış, çünkü köyün erkekleri korucuymuş ve görev başındaymış… Üzüntümü kelimelere dökmek, tanımlamak zor. Bebek ve çocuk ölümünden daha acı ne vardır dünyada? Veya biz nelere dertleniyoruz, insanlar nelerle başa çıkmaya çalışıyor?
İyi geceler, her nerede yaşanıyor ve…..
24 Nisan 2009 Cuma
Bir reklam...
http://direklerarasieglence.blogspot.com/
Girin, gezin, takibe alın, en çok da eğlenin... Yorumları bekliyorum...
Görüşmek üzere...
22 Nisan 2009 Çarşamba
Sisli, Sessiz, Sensiz
Önce çocuk sesleri azalır sokaktaki… İri göğüslü, koca göbekli teyzeler çocuklarını yemeğe çağırır… Top sesleri azalır, ardından da arabaların ve iş makinelerinin gürültüsü… Dairelerin zil sesleriyle, mutfaklardan gelen çanak-çömlek ve tencere sesleri bastırır her şeyi. Sözleşmiş gibi oturulur yemek saatinde yemeğe. O sırada caddeye yakın oturuyorsanız belki bir iki araba sesi, öteki türlü belki dört bir yandan başlayan bir ezan silsilesi… Hiçbiri olmadığında müthiş ve güven verici bir huzur… Dünya sahnesi yemek molasındaymışçasına. Adam tüm bunlardan anlardı gecenin geldiğini… Tadamadığı ama görünce hemen tanıdığı bir yemek gibiydi gece. Şu küçücük balkondan bile pek çok rengini görmüştü. Dışarı çıkamazdı, yasaktı, küçüklüğünden beri bu evdeydi. Balkon, oturma odası ve mutfak… Balkonuna çıkar, havanın kokusunu içine çeker, ve dinlerdi çocukları, iş makinelerini ve teyzeleri… Hepsi olunca gözlerini geceye açardı. Severdi geceyi, çünkü o vakit tüm diğer çocuklar da onun gibi eve girerdi, aynı kaderi paylaşırdı, özeneceği bir şey kalmazdı dışarıda. Artık top oynayamazlardı. Hem görüntüsünü severdi gecenin. Apartmanların en eskisi, en yıpranmış olanı bile ışıkla bir saray haline gelirdi onun gözünde. Tanrı’nın karanlığı yeryüzüne itmesine inat bir başkaldırıştı bu insanlığınki… İnadına aydınlık… Bulaşıkların yıkanma sesi, televizyon sesleri ve televizyonun karanlık odalara yansıyan ışığı… İzledi bir süre, daldı uzun uzun… Başkaldıracaktı. Sesler uğultuya dönerken ışıklar da soldu… Sonra yapması gerekeni hatırladı.
Karanlık…
Evin tüm ışıklarını kapayıp, perdeleri açtı. Hemen sonra da pencereyi… Mevsimlerden yaz, sıcaklardan en kavurucu olanını o eve yollamıştı sanki... Belki de ona fazla sıcak geliyordu. Odayı aydınlatan yalnızca dışarıdan gelen soluk mavi ışıktı. Gözbebekleri karanlıktan hassaslaşıp büyüdü. Gözlerini kapadı. Odaya süzülen ışık huzmeleri de kayboldu böylece. Hiçbir şey görmek istemiyordu, korktuğunda böyle yapardı hep. Altındaki halı kötü desenlerden oluşmaktaydı ve deterjan kokuyordu. Alışmıştı, aldırmadı. Halının kötü desenlerini görmüyordu şuan, zifiri karanlıktı… Karanlık kötüyü örterdi, gizlerdi içindeki sığ gölgeliklere. Bu nedenle hem ona sığınır, hem de korkardı ondan. Bu seferse tüm varlığıyla sığınmayı tercih etmişti… Teyzelerin çocukları eve çağırmasının üzerinden çok saat geçmişti, ve o bu süre içerisinde pek çok şey yapmıştı… Küçükken… Daha çok korkardı karanlıktan. Zamanla ona da alışmayı başarmıştı, karanlığın içinde büyüye büyüye…
Sisli…
Bir rüyaya daldı… Karanlık onu kucağında uyutmuştu. Halının kötü desenlerini gördü, kokusunu aldı deterjanın. Rüyada koku duyabileceğini bilmiyordu. Koltuk kılıfları evin dışarısındaki telde kurumaya bırakıldığından, bu kokuyu bir müddet daha çekmek zorundaydı. Sis hakimdi odaya, ellerinde kalemleri halının üstünde oturmuştu. Bu anı biliyordu, her gece yaşıyordu, uyanmak istedi. Uyanamadı. Çocuktu. Annesi bir yere ayrılmaması gerektiğini söylemişti. Sis biraz aralanınca annesinin tombul bacaklarını gördü, çocuğa ışıkları açmamasını söyledi –çok elektrik parası veriyorlardı onun yüzünden- ve geri gitti. Boyaları arkasına saklamıştı çocuk –onun yüzünden her yer kirleniyordu-. Beyaz kağıdı dizlerinin altına almıştı. Annesi gidince kağıdı çıkardı dizlerinin altından. Halının ıslaklığı elindeki beyaz kağıda bulaşmıştı. Gözü nemlendi, yenisini isteyemezdi. Bunu da binbir güçlükle almıştı annesinden. Yine de kalemlerini aldı ve kağıdı geceye boyadı. “Çok karanlık…” dedi yanında bir ses. Sis, annesi geldiğindeki gibi aralandı yine, yanındaki çocuğu gördü. Kardeşiydi. Kapı çaldı. Annesi, çocuklara dolaba saklanmalarını söyledi telaşla. Kardeşi dinlemeyince sert bir tokat yedi. Dolaba saklandılar. İçeri bir yabancı girdi. Kızgın görünüyordu. Çok karanlık… Dolabın içinde korkmuştu çocuklar. Yabancıyla annesinin tartıştığını gördü. Yabancı, annesini itip, silahını çıkardı… Korkutmak istiyordu karşısındaki kadını besbelli. Kadını korkutmak için, boş bildiği dolaba ateş etti. Yoğun bir ses duydu çocuk dolabın içinden… Yabancı, hapsolduğu ışık dairesinin içinde ayağa kalktı. Karanlığa adım attı… Dolabı araladı. Çocuğun kardeşinin gözleri karardı… Kardeşi en son ona gülümsedi.
Sessiz…
Nefes nefese falan uyanmadı. Sakindi. Buna da alışmıştı. Yaşadığı sıradan hayatın bir parçasıydı hepsi. Prangalarla vurulmuştu bu eve, karanlığa ve gördüğü kabuslara. Annesine… Tutsağıydı hepsinin. Bakmadan sildi göğsüne kadar uzanan ter damlalarını, gözünden yaşlar akmıştı kesin, hep öyle olurdu, onları sildi. Kalktı. Sessizliği dinledi. Kardeşinin ölümünü her gece yaşıyordu. Bir kez daha. Kendi kalbinin atışını hissedebiliyor, duyabiliyordu. Uzun zaman sonra, yeniden… Salona yavaş adımlarla gitti. Adımını salondan tarafa doğru atınca o hırıltılı sesi duydu. Korkarak geri çekti ayağını. Bu gece ilk kez korkmuştu. Hayır, ikinci kez! O sisli akşamı hatırladığında da korkmuştu. Uykuya daldığı odaya geri döndü. Napıyordu? Evin içinde döneleyip duruyor… Cesaretini topladı, salona girdi. Hırıltı arttı. Yere baktı. Son bir hamle yapması gerekiyordu. Sessizlik istiyordu. Sessizlik, huzurdu. İnleme yok, hırıltı yok, bağıran yok! Bağıran… Döven… Dolaplara kilitleyen… Karanlığa mahkum eden… Eve hapseden... Boya kalemlerini kıran… İzin vermeyecekti artık. Boğazlayarak öldürdü yerde yatan annesini.
Sensiz…
Alkol komalarını da görmüştü, sinir krizlerini de yaşamıştı. Evin karanlık dolabı oyun odası, izbe sahanlığı yatak odası olmuştu yıllar boyu. “Sensiz…” “Özgürüm…” Dedi annesinin yerde yatan cansız bedenine. Ertesi gün, sokağa çıkmak istedi. Annesi olmadan yapmaya alışık olmadığı bir şeydi bu… Çıktı, biraz gezdi. Yabani gibiydi. Sonraki günler korktu sokağa çıkmaktan. Tek başına olmaktan korktu. Para kazanamadı, insan içine giremedi. Alışmamıştı, o bir yabaniydi. Arada bir salona girdi, yerde yatan bedene baktı. Kimse duymamıştı, o da haber vermedi. Koku artıyordu, ama; o buna da alışmıştı. İzbe sahanlıktaki çürümüş sebzelerin kokusundan pek farkı yoktu ona göre. Kabusları kesilir sanmıştı, huzura kavuşur… Kabusları kesilmedi, sahanlığa kendi isteğiyle girdi bu defa, annesi veya zorlaması olmadan. Ağladı… Hüngür hüngür, ciğerini söküp atmak istercesine ağladı… Dolabın kapağını sonuna kadar açtı. İçine oturdu. “Sensiz…” Dedi… Annesine yemek götürdü bir gün. Cansız beden yemeği kabul etmedi. O da oturdu yanına, ve anlatmaya başladı. İçini döktü annesine, hayatında ilk defa ve ilk defa annesinin onu dinlediğini gördü. Dinlemek zorunda kalmıştı. Adamın keyfi yerine gelir gibi oldu, cevap bekledi. Cevap gelmedi yerde yatan bedenden. Adam yalnızlıktan korkar olmuştu. Korktukça da annesiyle daha çok zaman geçirir oldu. Bir gün sarılmak istedi ona. Keyiflenmişti, kollarını açtı… Kimse sarılmadı adama. Annesine seslendi, sarılmasını istedi. Yapmadı, yerde yatan beden… Çılgına döndü, sonra sonra sakinleşti. Yetersizdi, özgür olmak istemişti sadece. Tüm yetersizliğini iliklerinde hissederek özledi annesini. Kardeşini de özledi.
14 Nisan 2009 Salı
Yok Artık Ergenekon!

“İstanbul’daki mitingin yöneticilerinden biriydim. O yüzden şart koştum, ‘Ne şeriat ne darbe denirse varım’ dedim.”
*Bu yazı, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “ifade özgürlüğü” hakkına dayanarak yazılmıştır, bu hakkın akıbeti belirsizdir…
Gündemin bu kadar çok ve bu kadar çabuk değiştiği bir başka ülke daha var mıdır? Sabah “Hürriyet” gazetesini elime aldım, ilk sayfaya şöyle bir göz gezdirdim. Aman Allah’ım! Başbakan tatilde olduğundan olsa gerek, siyasetle ilgili hiçbir polemik yoktu. Siyasetle ilgili bir haber bile yoktu! Uzun zamandır hasrettim bu tabloya, keyiflendim. Sonuçta; siyasetin içine bu kadar gömülü bir ülke olmamayı dilerdim hep. Televizyonu açtım. Gazetede “Beyaz Saray’ın yeni first köpeği” haberini okurken (evet yanlış okumadınız; elin iti bizim en çok satan gazetemizde ilk sayfayı kapmış! Allah Sivas Kangal’ın yolunu açık etsin…) gözüme NTV’nin kocaman son dakika haberi ilişti: “Ergenekon’da 12. Dalga”. Tamam, alışmıştık buna, Temmuz ayındaki dava görüşmelerine kadar da dalga sayısını yuvarlak bir rakama denk getireceklerinden emin gibiydim. Ancak; bu sefer gözaltına alınanlar, aranan yerler… Gülümsedim… Anlaşılan bugün de siyasetsiz kalamayacaktık, gündemimiz sabahın erken saatlerinde değişmişti. Şimdi gazeteler gündemin gerisinde kalmış ve bir kenara bırakılmışlardı. Kumandayı elime aldım ve tüm duyularımla televizyona odaklandım. Doğruydu, Cumhuriyet Mitingleri’nin en ön saflarında yer alan “Prof. Dr. Türkan Saylan”’ı nasıl unutmuşlardı zaten bugüne kadar? Eminim, kendisi de bekliyordu bunu. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin şubeleri de aranıyordu. Derneği çok yakından takip eden biri olarak o an merak ettim. Yüzümdeki gülümsemenin nedeni de buydu. “Başka dernek mi kalmamıştı Türkiye’de?” Mesela, “Deniz Feneri” diye bir dernek vardı, sahibi olan zat’ın Almanya’ya gitmesi durumunda aylarca duruşmalarda ifade vereceği… Aylarca gurbet ellerde davası görülmüş, ama Türkiye’de –yanlışım varsa biri beni düzeltsin- tek şubesi aranmamıştı. “Almanya’da Türklere kötü davranılıyor” dedikleri bu olsa gerekti! Bakın, biz koruyoruz kolluyoruz kendi evladımızı hırsız da olsa!
Oysa şimdi, tek suçu “Atatürk’çü” olmak olan, 36.000 çocuğa karşılıksız burs veren, doğudaki kız çocuklarının eğitim görebilmesi için ellerinden geleni yapan, dünyanın her yerinden çeşitli ödüller almış olan ve neredeyse 25 yıldır tek bir yolsuzluğu ortaya çıkarılamayan bir derneğin; Türkiye’nin en aydın, en bilgili doktorlarından biri olan, daha iki ay önce aldığı 100.000 dolarlık ödülü hiç düşünmeden derneğin kasasına aktaran, kanser tedavisi gören başkanı ve kurucusunun evi didik didik aranıyordu.
Ergenekon’a inanıyorum. Darbecilerin cezalandırılması gerekiyor, hatta keşke aynı titizlik; köşesinde oturup, “ressamım” diye geçinen kimi eski darbecilere de uygulansa. Sonuçta, eski ya da yeni (zaman aşımına uğramaz ya bu “darbecilik”), çeteci veya değil, darbeci darbecidir. Ancak; bugün, Türkan Saylan’ın olaya karıştırılması, en terbiyeli tanımıyla “Ayıptır!” Onların anlayacağı dilde çevirisi de “Günahtır!”. Ama muhaliftir Saylan, hem de en fenasından. En çetrefillisinden. Bu ülkede muhalifliği hayatları boyunca namuslarıyla ve dürüstlükleriyle yürütememiş olanlar, bunun yapılabileceğinin farkında değillerdir ki her muhalif seste bir bit yeniği arıyorlar. Bu da, ifade özgürlüğü kapsamında bir şeyler söylemeye çalışan, muhalefet etmeye çalışan farklı görüşleri sindiriyor, susturuyor.
“Deniz Feneri” Derneği’nin hala billboardlarda afişleri dönüyor, kanallarda reklamları çıkıyor. Bizim, yalnız ve güzel ülke insanımız da oraya trilyonlar akıtmaya devam ediyor. Öte yanda, ÇYDD öyle bir sunuluyor ki; sanki amacı rejimi değiştirmek, veyahut sanki bunlar çeteci…
En iyimser tahminle, umarım dernekler karıştırılmış olsun(!). Yarın, aynı savcı esas gitmesi gereken derneklere de gitsin. Biri ona yol göstersin… Adres bilinmiyorsa, Eyüp’te falan, Kanal 7’ye gidilsin… Orada kime sorsan, gösterirler. Malum, dernek sahibiyle kanal sahibi aynı kişi…
Sadece gerçekten darbe planlayan çetecilerin belirlenmesi, halkın daha fazla bölünmemesi ve insanların susturulmaması dileklerimle…
Prof. Dr. Türkan Saylan:
“Bir aşırı sağ basın var Türkiye’de, hani bir sürü sakallı, beni uzun zamandır hedef gösterip duruyorlardı, rahatlamışlardır…”
31 Mart 2009 Salı
İki senaryo gelişmesi
Burada bulabilirsiniz :
http://rapidshare.com/files/215847772/amazonsenaryo.doc
**************************************************************
Ardından Ümit Ünal'a da henüz ismi konulmamış diğer senaryomu verdim... İkisini de bu dönem çekeceğiz umarım...
Ona da buradan ulaşabilirsiniz:
http://rapidshare.com/files/215849244/472senaryokeremkeskin.doc
Okuyanlar yorumlarını keremkeskin62@hotmail.com a atarsa sevinirim..
Sağolun canlar, eyvallah..
P.S: Yeni hikaye nerede diyenler, sizler de sağolasınız, fırında kendisi... Bu ara senaryolara vermiştim kendimi, onlar bittiğine göre bu hafta hikaye de çıkacaktır meydana...
16 Ocak 2009 Cuma
Bir nefret boşalması
Öfkenin dışavurumu aynı zamanda
**
Bir katil '09
Büyük bir Histeri anı...
**
"Bugün öldürdüm seni… Sen… Yüzüme attığın o çamuru asla temizleyemeyeceğimi düşünmüştün… Mahalledeki herkes tüm hafta boyunca bana sorular sordu… Sessizce uzaklaştım yanlarından… Onlar arkamdan gülerken… Ben bu planı yaptım… Seni herkesin önünde öldürecektim… Seni çarşıda sıkıştırdığım o anda… İçimdeki nefreti alevlendirdin… Hala benimle dalga geçiyordun… Ben benimle dalga geçilmesini sevmem… Aşağılanmayı kaldıramıyorum artık… Dün senden korkanlar… Bugün beni alkışlayacaklardı… Ve bugün alkışlanandan yarın elbet korkulacaktı… O sırada, herkes bize bakarken aklından neler geçiyordu? Korkuyordun… Elbet korkuyordun sen de herkes gibi… Yapabileceğime gözlerime bakınca inanmıştın… Bense geçen hafta kardeşimi taşladığında… Onun ağlayan gözlerine bakınca anlamıştım… Yapabileceğimi… Ona bunu nasıl yaptın? Seni piç herif… Benimle dalga geçmeni umursamazdım… Deli diye yapıştırdığınız yaftayı… Yemedim ben hiçbir zaman…Kabullenmedim… Önemsemediniz… Hiçbiriniz… Ama sen… Sen beni ailemin önünde küçük düşürdün… Ve şimdi ölme zamanın… Sonsuz bir huzura kavuşturuyorum seni… Bunun için kendimi suçluyorum… Ben ölmek istemiyorum… O yüzden… Şimdi… Seni öldürüyorum… Senin zamanın geldi… Ve sen gülüyorsun… Yapacak hiçbir şeyi olmayan adamların çaresizliğini gösteriyorsun… Orada… Çarşının ortasında silahı çıkarınca… Güldün… Herkes korkmuştu ama… İçlerinden seviniyorlardı biliyor musun? Sen de böyle “kral” olmamış mıydın? Yarın… Hayat başlayacak… Yarın… Ben artık delilikten liderliğe terfi edeceğim… Sen… Sen Gülerken… Duyuyor musun? Sen gülerken… Yüzüme bakıp gülemiyorsun bile, sırıtman hep bıyık altından… Erkekçe bir gülüşün bile yok… Ve şimdi… Son sözünü söylemene bile fırsat bırakmadım… Özür diledin… Önümde… Diz çöküp yalvardın… Silahı kafanın arkasına dayadım, Ve tetiği çektim… Bir ruletti oynadığımız, Silah patlamadı… Bir daha çektim… Kanın ellerime aktı… Ben o kanı eve götürdüm bugün… Kardeşime gösterdim… Gurur duydu benimle… Hayatımda ilk kez… Hayat az önce başladı bana… Sen… Arkamdan işler çevirdin… Yakıp yıktığında sustum… Yüzüme tükürdün… Herkes gibi… Korktum senden… Artık sen bir ölüsün… Herkesin içinde öldürdüm seni… Mezarına gelenler… Senin için gelmiş olmayacaklar aslında… Bu bok yığını için hiç kimse üzülmeyecek… Bugün seni öldürdüm… Ve hayat yeni başladı… Bugün… Artık özgürüm…"
Amazon
Ocak, 2000
Dar, alçak tavanlı bir dükkân… Her yanı raflarla çevrili… Her bir rafta onar yirmişer kitaptan oluşan üstleri tozlu bloklar. Rafların arasına serpiştirilmiş gibi duran iki küçük tabure ve bir adet tahta masa… Hepsinin sahibi işte oradaki adam. Ayağa kalksa başı tavana çarpacakmış gibi gelir insana. Gününün büyük kısmını burada, o minik taburelerde geçirdiğinden beli eğrilmiştir. Yüzü muntazam kırışmıştır, yaşlıdır ama o eski havasından bir şey kaybetmemiştir. Tahta masası daima düzenlidir. Okuduğu iki kitap, öteyi beriyi kaydettiği bir adet defter ve paraları koyduğu küçük bir kasa… Hesap makinesine ihtiyaç duymaz, gerekirse yanındaki dükkândan alıverir. Burayı babasından devralmıştır, az ilerideki büyük üniversitede iktisat okumuştur hâlbuki yıllarca. Okumuştur okumasına da, mezun olamamıştır. Kovulmuştur çünkü. Şimdi, “suç ortaklarıyla” bu küçük dükkânda buluşmuştur. Kitapları… Meteliğe kurşun attıran işi, en bıkkın zamanlarında onu yaşadığı dakikalara sımsıkı bağlayan hobisi, ayrıldığı sevgilisi, dertleştiği dostu kitaplar… “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki bilge saatçiye göre her saat kendi zamanını ve hayatını yaşayan bir canlıdır. Bizim kitapçımız da bu saat-saatçi ilişkisinin benzerini kurar dört bir yanını sarmış bu sayfalarla. Eski bir kitapçıdır burası, İstanbul’un –eskiye nazaran kirlenmiş- semti Beyazıt’ta. Her sabah, yavaş adımlarla geçer meydanı usulca. Dükkânına giderken hep heyecanlı olur kitapçı, otuz yıldır her sabah aynı heyecan. Saat onda açar dükkânını, bir dakika sektirmez. Kitapların ferahlatıcı kokusu içeriye sinmiştir. Yerdeki parkelere dahi hakimdir sayfaların koyu sarı tonu. Sadece eski kitapları satmaz, yenilerine de açıktır. Her çıkan kitabı takip etmeye çalışır. Eski klasikleri, büyük Rus yazarlarını veya Yeni Kıta’dan çıkan yazarları beğenir, Türk yazarlarının hakkını yemeden. Yaşar Kemal’den “İnce Memed” favorisidir… Tutkudur onu buraya bağlayan… Bir çocuğun ilk oyuncağına duyduğu, bir genç kızın ilk sevişmesinde hissettiği tutku gibi… Bir yazarın yazmak istemesindeki tutku gibi karşılıksız, saf bir duygu… Bugünlerde, diğer dükkânların parlak vitrinlerini bilgisayar kitapları süslemeye başlamıştır. Hepsinin yanında “Office kitabı geldi!”, “Adım adım internet kitabı geldi!” gibi büyük yazılar göze çarpmaktadır. Eskiye rağbet olsa, bizim kitapçının dükkânına nur yağacaktır da… Onun bilgisayarla ilgisi yoktur, bilgisayarı da yoktur. Merak etmektedir ama, bir kitapta okumuştur, şu internet ne menem şeydir! Bir gün, öğle yemeği bahanesine, çıkar dükkânından. Başını önüne eğer, paltosunun yakalarını havaya diker. Şapkasını da alır, doğru karşıda yeni açıldığını duyduğu internet kafeye doğru ilerler. Adımları çekingendir. Hayatı boyunca aynı şeyleri yemiş bir adamın yeni bir tatla tanışmasındaki o ilk ürkeklik vardır üstünde… O yıllarda yoktur öyle her evde bir internet, tüm cemaat bu küçük kafeye toplanmıştır. Yan yana masalarda sıkış tepiş oturan genç erkekler, belli ki önemli işleri var veyahut bu bilgisayar bir suç işlemiş onlara karşı… Başka türlü nasıl basılır ki böylesine sert sert, kırarcasına, o tuşlara? Kitapçı; en köşeye gider, arkasındaki –kafenin sahibi- gençten yardım ister. Genç, ona kısa sürede temel bir internet eğitimi verir. Kalkarken internetin saatinin “iki milyon lira” olduğunu hatırlatır. Kitapçı; oradan kalkıp dükkânına geri döndüğünde neredeyse akşam olmuştur. Ertesi akşam yine gider, öğrenmelidir. Ve o akşam, gazetede gördüğü bir haberi merak ederek tuşlar klavyeyi aksak aksak… “www.amazon.com” Söylendiği gibi, gerçekten, kitap mı satıyordur burası? İngilizcesi de yoktur, pek bir şey anlamaz. O gece uyuyamaz kitapçı. “İnternetten kitap mı alıyorlar? Yahu olur mu öyle şey? İnsan koklamadan, dokunmadan, sayfaları şöyle bir karıştırmadan kitap alabilir mi?” Kitapçı “Yok artık!” Diye düşünür… “Oldu olacak, yemeğimizi de internetten söyleyelim…” Yok artık! Olur muydu öyle şey! Bir şey yapmalıydı! Ertesi gün belki de ilk kez gecikti dükkâna. Uykusunu alamamıştı, uyuyamamıştı ki! O gün, sürekli müşterilerinden olan, yirmilerinde bir kız geldi. Kitapçı, bir iki hoşbeşten sonra dayanamadı interneti olup olmadığını sordu. Kız olumlu yanıtlayınca, esas meseleye geldi. Kızı masasına çağırdı, oturmasını istedi, sonra sağına ve soluna baktı usulca. “Amazon…” diye fısıldadı. “İnternette bir site varmış. Biliyor musun sen onu?” Kız utangaç, “Biliyorum, ama bu söylediğim kitabı orada da bulamadım, sizde de yok madem…” Dedi ve kaçtı! Evet, kaçtı kız! Koşarcasına uzaklaştı… Kitapçı olduğu yere çöktü. Aldatılmıştı…
Yıllar geçti… Kitapçının müşterisi azaldı. Satışlar iyi gitmiyordu. Türk versiyonları çıkmıştı şimdi bir de Amazon’un. “Mübarek, her gelişmeye pek çabuk adapte olurmuşuz gibi, bunu hemen benimseyiverdik!” Sayıları artıyordu sanal okuyucuların da, kitapçıların da. Kitapçıya tek tük uğranır oldu. 90’larda bir rivayettir gidiyordu, ana haber bültenlerinde bile bundan bahsediliyordu ciddi ciddi: Arabalar uçacaktı “milenyum”da. Bildiğiniz, havadan gidecekti yani şaka falan değil! İnsanların beklediği gibi arabalar durup dururken havalanmamıştı 2000’lerde, sırf yılın sayısı yuvarlak bir rakama denk geldi diye… Bu teknoloji budalası hiçbir boka yaramamıştı da, olan onun küçük sevimli dükkânına olmuştu. Elin amazonu onun yerini almıştı. Kitapların kokusunu çekti içine…
Hepsi hepsi, eski bir yığın önünde, yarını meçhul, ikinci el üzüntüler hakim oldu dünyasına. Dükkânından çıktı, pasajda çay kaşıklarının bardağın içinde dans ederken çıkardığı melodiyi ve tavla zarlarından gelen o davetkâr sesi dinledi bir süre…
Bir ay sonra dükkânını kapadı, yerine bir internet kafe açıldı. Yerine açılan internet kafede bir iş buldu kendisine. Şimdi bir bilgisayarı vardı, yazıcısı ve başucu kitabı… Amazona girdi, elinde kalan kitaplarının bir listesini çıkarmıştı, listedekileri bir bir satışa koymaya başladı… Anlaşılan uzun sürecekti işi, internetten yemeğini söyledi, klavyenin boşlukları arasında kaybolup gitti…
11 Ocak 2009 Pazar
Yazlığı olmayan çocuk
10 Ocak 2009 Cumartesi
Bakkal Amca
9 Ocak 2009 Cuma
8 Ocak gecesi hatırası
okumak ve yazmak üzerine (başlığı kadar sıkıcı değil)

Küçük not: Dergiye ait resim bulamadım, ancak ansiklopedilerinden birinin resmini koydum. Olsun, onlar da vardı bende, hala var, kitaplığımda duruyor. Valla. İsteyen gelsin bize görsün.