4 Aralık 2009 Cuma

Kadın

Van'da bir kadın kocasından dayak yedi. Adama dayak yetmedi, bir de kulağını kesti kadının. Polis sorgusunda, karısının "merdivenden düştüğünü" iddia etti. Kadın Türkçe bilmiyordu, e Kürtçe ifade de tutanaklara geçmiyordu, sadece kafasını salladı. Kadını kocasına iade ettiler.
Kadın karakoldan çıkarken topallıyordu...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Bir soru ve cevabı

Soru : Hayattan ne öğrendiniz?

Bir derste soruldu bu soru. Kaç f'in kaç y'ye eşit olduğu gibisinden bir soru değildi, gidip google'da aranacak herhangi bir tarih sorusu da değil. Çoğunluğun küçümseyeceği -çünkü onlar büyük matematik ve fizik problemleri çözüp, bir sürü şeyi ölçüp, biçip koca koca mühendisler, bankacılar vesaireler vesaireler olacak insanlardı- ve aslında hayatla, hayatın ta kendisiyle doğrudan ilişkili bu soru onların gözünde gayet değersizdi. Buyrun benim kendimce değerli cevabıma...
Upuzun bir yazı da yazılabilir, bir kitap da çıkabilir bu sorudan, fakat kısa olması isteniyordu, öyle de oldu...

******

Ağlayarak başladığım şu hayatta, herhalde ilk öğrendiğim şey de gülebilmek oldu. Bir kez bunu öğrenince de, dünyanın dedikleri kadar da boktan bir yer olmadığını gördüm. Yaşamak heyecan verici bir aktiviteydi, her anı yeni bir sürprize gebe…Büyüdükçe, pek çok insan tanıdım ve hayattan bir şeyler öğrenenin sadece kendim olmadığımı anladım. Herkes daimi bir öğrenme hali içerisindeydi ve sizi de bu süreç içinde birer denek olarak kullanıyorlardı. Tıpkı sizin onlara yaptığınız gibi… Herkesin kendi annesinin en iyi, kendi aşkının en büyük, kendi sevgilisinin en güzel olduğunu öğrendim. Ancak herkesin kendi babası en iyi olmayabiliyordu, böylece erkeğin kadından farkını öğrendim. Benimki hala en iyiydi. Söylenenlere kulak asmadan kendi doğrularının peşinden koşmanın, karşı koyup isyan edebilmenin zevkini öğrendiğimde yüzümde iyi bir gülümseme oluştu. Güzel bir çikolatanın, iyi bir müziğin, şöyle sağlam bir aşk acısının, yazın ortasında kurulan bir rakı sofrasının, ve en çok da özgürlüğün kıymetini anladım. Her zaman çok da dürüst olmak gerekmediğini, her şeye ılımlı yaklaşmanın sıkıcılığını, ve “uslu” olmanın “yakışıklı değil ama sempatik” olmak gibi bir şey olduğunu öğrendim. En klişe tabirle; her gün, herkesten bir şeyler kaptım, kapıyorum. Klişelerin aslında ne kadar da naif ve eğlenceli olduğunu öğrendim.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Öpüşmeden çocuk yapmak

Sağlık bakanımız son açıklamasıyla yine kalbimizde taht kurdu:

“5 ay öpüşmeyin!”

Her ne kadar başbakanının “3 çocuk” isteğiyle aynı paralelde olmasa da –anladınız, zor bir durum-,kendince istikrarlı bir açıklamaydı bu. Nitekim, son 1 ayda önce “okullar kapanabilir” açıklaması geldi bakanlıktan, sonra “işte biz böyle önlem alırız, dediğimizi yaparız” dercesine bir bir kapanmaya başladı okullar.

Son bir aydır, “domuz gribine karşı, el yıkama alternatifi” olarak tüm televizyonlarda bangır bangır karşımıza çıkan jellerin fiyatı 2 milyondan 10 milyona çıkarken, gribe karşı etkili olduğu ileri sürülen sebzelerin fiyatı arttı, halk bütünüyle paniğe sevkedildi. Yeni bir aşı da piyasaya çıktı, malum... Herkes, bir şeylerden -sağlıktan bile- faydalanma peşinde sanki. Halk bilinçlensin bilinçlenmesine de, acaba "ürküten haberler silsilesi" halkı bilinçlendirmek yerine tüketmeye ve sinmeye mi itiyor biraz? "Evinizde oturun, kafeye, sinemaya gitmeyin, okula da gitmeyin, hatta işe de gitmeyin..." Güzel bir çözüm, ama "Ah şu okullar olmasa, maarifi ne güzel yönetirdim" e mi benziyor sanki?

Her şeyi abartmayı pek seviyoruz, Çernobil’den sonra “bakın bana bir şey olmuyor” diyerek çay içen bakandan iyidir; fakat, yine de abartmıyor muyuz? Daha sakin ve sağlam önlemler alınamaz mı bu ülkede? İlle de milleti karantinaya mı almalı?

5 Mayıs 2009 Salı

İstanbul Medyası,Doğu ve Acı

Gece 12 suları… CNN Turk’te Reha Muhtar, NTV’de Okan Bayülgen program yapmakta… “24” adlı haber kanalında ise Mardin’de meydana gelen “katliam” dolayısıyla tam gaz son dakika gelişmeleri verilmekte. İstanbul’da gerçekleşen bir “sinek ölümünün” bile son dakika haberini yapabilen iki dev haber kanalımız, yayın akışını –istifini- bozmadı. Okan Bayülgen, Göksel’e yeni albümünün son şarkılarını söyletirken; Reha Muhtar da bir takım “sıkıcı Ergenekon konuları”nı 135.kez deşiyor. Sahiden, insanlar hala sıkılmadı mı? Başka bir olay meydana gelmiyor mu bu ülkede? İstanbul’da bir düğün basılsa ve 44 kişi öldürülse, sanırım Lig TV bile yayın akışını keserdi… Ankara, Bursa, İzmir için de aynı şey geçerli… Ve fakat; söz konusu ülkenin Doğu’su olduğunda bir altyazı geçmek yetebiliyor.
Saat 1 suları… Okan Bayulgen programını bitirdi ve NTV –nihayet- yayına başladı. Olması gerektiği gibi… Reha Muhtar ise tüm –şirinliğiyle- programını sürdürmekte… En güvenilen ve bilinen, dünyaca ünlü “CNN”in adını alan kanallar bile bunu yaparsa, millet ne yapsın? Olaya üzüldüm, sinirlendim, ve bu tavır çok garip geldi… Bunun için yazdım. Belki saçma, belki anlamsız ama senelerdir kafamı meşgul eden bir ayrım olduğu için bu Batı-Doğu ayrımı… Yılmaz Erdoğan bir gösterisinin sonunda şöyle diyordu: “Siz ölümde bile bölge ayrımı yaparsanız, biz ülke olarak daha çok batarız…” Doğru…
Saat 2! Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsanız, iyi geceler! Reha Muhtar programı bitirdi, ve CNNTürk yayına başladı…
3 kişi bir eve girip 44 kişiyi öldürebiliyor ve bu, hayat hakkında beni çok düşündürüyor. Ölenlerin çoğu çocuk ve kadınmış, çünkü köyün erkekleri korucuymuş ve görev başındaymış… Üzüntümü kelimelere dökmek, tanımlamak zor. Bebek ve çocuk ölümünden daha acı ne vardır dünyada? Veya biz nelere dertleniyoruz, insanlar nelerle başa çıkmaya çalışıyor?
Allah hepimize sabır versin…
Herkesin başı sağolsun...
İyi geceler, her nerede yaşanıyor ve…..

24 Nisan 2009 Cuma

Bir reklam...

Futbol tutkumu hemen herkes bilir. Şimdi bir de futbol sitesi açtık:

http://direklerarasieglence.blogspot.com/

Girin, gezin, takibe alın, en çok da eğlenin... Yorumları bekliyorum...

Görüşmek üzere...

22 Nisan 2009 Çarşamba

Sisli, Sessiz, Sensiz

Gece…
Önce çocuk sesleri azalır sokaktaki… İri göğüslü, koca göbekli teyzeler çocuklarını yemeğe çağırır… Top sesleri azalır, ardından da arabaların ve iş makinelerinin gürültüsü… Dairelerin zil sesleriyle, mutfaklardan gelen çanak-çömlek ve tencere sesleri bastırır her şeyi. Sözleşmiş gibi oturulur yemek saatinde yemeğe. O sırada caddeye yakın oturuyorsanız belki bir iki araba sesi, öteki türlü belki dört bir yandan başlayan bir ezan silsilesi… Hiçbiri olmadığında müthiş ve güven verici bir huzur… Dünya sahnesi yemek molasındaymışçasına. Adam tüm bunlardan anlardı gecenin geldiğini… Tadamadığı ama görünce hemen tanıdığı bir yemek gibiydi gece. Şu küçücük balkondan bile pek çok rengini görmüştü. Dışarı çıkamazdı, yasaktı, küçüklüğünden beri bu evdeydi. Balkon, oturma odası ve mutfak… Balkonuna çıkar, havanın kokusunu içine çeker, ve dinlerdi çocukları, iş makinelerini ve teyzeleri… Hepsi olunca gözlerini geceye açardı. Severdi geceyi, çünkü o vakit tüm diğer çocuklar da onun gibi eve girerdi, aynı kaderi paylaşırdı, özeneceği bir şey kalmazdı dışarıda. Artık top oynayamazlardı. Hem görüntüsünü severdi gecenin. Apartmanların en eskisi, en yıpranmış olanı bile ışıkla bir saray haline gelirdi onun gözünde. Tanrı’nın karanlığı yeryüzüne itmesine inat bir başkaldırıştı bu insanlığınki… İnadına aydınlık… Bulaşıkların yıkanma sesi, televizyon sesleri ve televizyonun karanlık odalara yansıyan ışığı… İzledi bir süre, daldı uzun uzun… Başkaldıracaktı. Sesler uğultuya dönerken ışıklar da soldu… Sonra yapması gerekeni hatırladı.

Karanlık…
Evin tüm ışıklarını kapayıp, perdeleri açtı. Hemen sonra da pencereyi… Mevsimlerden yaz, sıcaklardan en kavurucu olanını o eve yollamıştı sanki... Belki de ona fazla sıcak geliyordu. Odayı aydınlatan yalnızca dışarıdan gelen soluk mavi ışıktı. Gözbebekleri karanlıktan hassaslaşıp büyüdü. Gözlerini kapadı. Odaya süzülen ışık huzmeleri de kayboldu böylece. Hiçbir şey görmek istemiyordu, korktuğunda böyle yapardı hep. Altındaki halı kötü desenlerden oluşmaktaydı ve deterjan kokuyordu. Alışmıştı, aldırmadı. Halının kötü desenlerini görmüyordu şuan, zifiri karanlıktı… Karanlık kötüyü örterdi, gizlerdi içindeki sığ gölgeliklere. Bu nedenle hem ona sığınır, hem de korkardı ondan. Bu seferse tüm varlığıyla sığınmayı tercih etmişti… Teyzelerin çocukları eve çağırmasının üzerinden çok saat geçmişti, ve o bu süre içerisinde pek çok şey yapmıştı… Küçükken… Daha çok korkardı karanlıktan. Zamanla ona da alışmayı başarmıştı, karanlığın içinde büyüye büyüye…

Sisli…
Bir rüyaya daldı… Karanlık onu kucağında uyutmuştu. Halının kötü desenlerini gördü, kokusunu aldı deterjanın. Rüyada koku duyabileceğini bilmiyordu. Koltuk kılıfları evin dışarısındaki telde kurumaya bırakıldığından, bu kokuyu bir müddet daha çekmek zorundaydı. Sis hakimdi odaya, ellerinde kalemleri halının üstünde oturmuştu. Bu anı biliyordu, her gece yaşıyordu, uyanmak istedi. Uyanamadı. Çocuktu. Annesi bir yere ayrılmaması gerektiğini söylemişti. Sis biraz aralanınca annesinin tombul bacaklarını gördü, çocuğa ışıkları açmamasını söyledi –çok elektrik parası veriyorlardı onun yüzünden- ve geri gitti. Boyaları arkasına saklamıştı çocuk –onun yüzünden her yer kirleniyordu-. Beyaz kağıdı dizlerinin altına almıştı. Annesi gidince kağıdı çıkardı dizlerinin altından. Halının ıslaklığı elindeki beyaz kağıda bulaşmıştı. Gözü nemlendi, yenisini isteyemezdi. Bunu da binbir güçlükle almıştı annesinden. Yine de kalemlerini aldı ve kağıdı geceye boyadı. “Çok karanlık…” dedi yanında bir ses. Sis, annesi geldiğindeki gibi aralandı yine, yanındaki çocuğu gördü. Kardeşiydi. Kapı çaldı. Annesi, çocuklara dolaba saklanmalarını söyledi telaşla. Kardeşi dinlemeyince sert bir tokat yedi. Dolaba saklandılar. İçeri bir yabancı girdi. Kızgın görünüyordu. Çok karanlık… Dolabın içinde korkmuştu çocuklar. Yabancıyla annesinin tartıştığını gördü. Yabancı, annesini itip, silahını çıkardı… Korkutmak istiyordu karşısındaki kadını besbelli. Kadını korkutmak için, boş bildiği dolaba ateş etti. Yoğun bir ses duydu çocuk dolabın içinden… Yabancı, hapsolduğu ışık dairesinin içinde ayağa kalktı. Karanlığa adım attı… Dolabı araladı. Çocuğun kardeşinin gözleri karardı… Kardeşi en son ona gülümsedi.

Sessiz…
Nefes nefese falan uyanmadı. Sakindi. Buna da alışmıştı. Yaşadığı sıradan hayatın bir parçasıydı hepsi. Prangalarla vurulmuştu bu eve, karanlığa ve gördüğü kabuslara. Annesine… Tutsağıydı hepsinin. Bakmadan sildi göğsüne kadar uzanan ter damlalarını, gözünden yaşlar akmıştı kesin, hep öyle olurdu, onları sildi. Kalktı. Sessizliği dinledi. Kardeşinin ölümünü her gece yaşıyordu. Bir kez daha. Kendi kalbinin atışını hissedebiliyor, duyabiliyordu. Uzun zaman sonra, yeniden… Salona yavaş adımlarla gitti. Adımını salondan tarafa doğru atınca o hırıltılı sesi duydu. Korkarak geri çekti ayağını. Bu gece ilk kez korkmuştu. Hayır, ikinci kez! O sisli akşamı hatırladığında da korkmuştu. Uykuya daldığı odaya geri döndü. Napıyordu? Evin içinde döneleyip duruyor… Cesaretini topladı, salona girdi. Hırıltı arttı. Yere baktı. Son bir hamle yapması gerekiyordu. Sessizlik istiyordu. Sessizlik, huzurdu. İnleme yok, hırıltı yok, bağıran yok! Bağıran… Döven… Dolaplara kilitleyen… Karanlığa mahkum eden… Eve hapseden... Boya kalemlerini kıran… İzin vermeyecekti artık. Boğazlayarak öldürdü yerde yatan annesini.

Sensiz…
Alkol komalarını da görmüştü, sinir krizlerini de yaşamıştı. Evin karanlık dolabı oyun odası, izbe sahanlığı yatak odası olmuştu yıllar boyu. “Sensiz…” “Özgürüm…” Dedi annesinin yerde yatan cansız bedenine. Ertesi gün, sokağa çıkmak istedi. Annesi olmadan yapmaya alışık olmadığı bir şeydi bu… Çıktı, biraz gezdi. Yabani gibiydi. Sonraki günler korktu sokağa çıkmaktan. Tek başına olmaktan korktu. Para kazanamadı, insan içine giremedi. Alışmamıştı, o bir yabaniydi. Arada bir salona girdi, yerde yatan bedene baktı. Kimse duymamıştı, o da haber vermedi. Koku artıyordu, ama; o buna da alışmıştı. İzbe sahanlıktaki çürümüş sebzelerin kokusundan pek farkı yoktu ona göre. Kabusları kesilir sanmıştı, huzura kavuşur… Kabusları kesilmedi, sahanlığa kendi isteğiyle girdi bu defa, annesi veya zorlaması olmadan. Ağladı… Hüngür hüngür, ciğerini söküp atmak istercesine ağladı… Dolabın kapağını sonuna kadar açtı. İçine oturdu. “Sensiz…” Dedi… Annesine yemek götürdü bir gün. Cansız beden yemeği kabul etmedi. O da oturdu yanına, ve anlatmaya başladı. İçini döktü annesine, hayatında ilk defa ve ilk defa annesinin onu dinlediğini gördü. Dinlemek zorunda kalmıştı. Adamın keyfi yerine gelir gibi oldu, cevap bekledi. Cevap gelmedi yerde yatan bedenden. Adam yalnızlıktan korkar olmuştu. Korktukça da annesiyle daha çok zaman geçirir oldu. Bir gün sarılmak istedi ona. Keyiflenmişti, kollarını açtı… Kimse sarılmadı adama. Annesine seslendi, sarılmasını istedi. Yapmadı, yerde yatan beden… Çılgına döndü, sonra sonra sakinleşti. Yetersizdi, özgür olmak istemişti sadece. Tüm yetersizliğini iliklerinde hissederek özledi annesini. Kardeşini de özledi.
Balkona çıktı, tüm ışıklar yanıyordu. Birden hiçbir sesi duymaz oldu, aşağı atladı…

14 Nisan 2009 Salı

Yok Artık Ergenekon!


Prof. Dr. Türkan Saylan:
“İstanbul’daki mitingin yöneticilerinden biriydim. O yüzden şart koştum, ‘Ne şeriat ne darbe denirse varım’ dedim.”


*Bu yazı, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “ifade özgürlüğü” hakkına dayanarak yazılmıştır, bu hakkın akıbeti belirsizdir…


Gündemin bu kadar çok ve bu kadar çabuk değiştiği bir başka ülke daha var mıdır? Sabah “Hürriyet” gazetesini elime aldım, ilk sayfaya şöyle bir göz gezdirdim. Aman Allah’ım! Başbakan tatilde olduğundan olsa gerek, siyasetle ilgili hiçbir polemik yoktu. Siyasetle ilgili bir haber bile yoktu! Uzun zamandır hasrettim bu tabloya, keyiflendim. Sonuçta; siyasetin içine bu kadar gömülü bir ülke olmamayı dilerdim hep. Televizyonu açtım. Gazetede “Beyaz Saray’ın yeni first köpeği” haberini okurken (evet yanlış okumadınız; elin iti bizim en çok satan gazetemizde ilk sayfayı kapmış! Allah Sivas Kangal’ın yolunu açık etsin…) gözüme NTV’nin kocaman son dakika haberi ilişti: “Ergenekon’da 12. Dalga”. Tamam, alışmıştık buna, Temmuz ayındaki dava görüşmelerine kadar da dalga sayısını yuvarlak bir rakama denk getireceklerinden emin gibiydim. Ancak; bu sefer gözaltına alınanlar, aranan yerler… Gülümsedim… Anlaşılan bugün de siyasetsiz kalamayacaktık, gündemimiz sabahın erken saatlerinde değişmişti. Şimdi gazeteler gündemin gerisinde kalmış ve bir kenara bırakılmışlardı. Kumandayı elime aldım ve tüm duyularımla televizyona odaklandım. Doğruydu, Cumhuriyet Mitingleri’nin en ön saflarında yer alan “Prof. Dr. Türkan Saylan”’ı nasıl unutmuşlardı zaten bugüne kadar? Eminim, kendisi de bekliyordu bunu. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin şubeleri de aranıyordu. Derneği çok yakından takip eden biri olarak o an merak ettim. Yüzümdeki gülümsemenin nedeni de buydu. “Başka dernek mi kalmamıştı Türkiye’de?” Mesela, “Deniz Feneri” diye bir dernek vardı, sahibi olan zat’ın Almanya’ya gitmesi durumunda aylarca duruşmalarda ifade vereceği… Aylarca gurbet ellerde davası görülmüş, ama Türkiye’de –yanlışım varsa biri beni düzeltsin- tek şubesi aranmamıştı. “Almanya’da Türklere kötü davranılıyor” dedikleri bu olsa gerekti! Bakın, biz koruyoruz kolluyoruz kendi evladımızı hırsız da olsa!
Oysa şimdi, tek suçu “Atatürk’çü” olmak olan, 36.000 çocuğa karşılıksız burs veren, doğudaki kız çocuklarının eğitim görebilmesi için ellerinden geleni yapan, dünyanın her yerinden çeşitli ödüller almış olan ve neredeyse 25 yıldır tek bir yolsuzluğu ortaya çıkarılamayan bir derneğin; Türkiye’nin en aydın, en bilgili doktorlarından biri olan, daha iki ay önce aldığı 100.000 dolarlık ödülü hiç düşünmeden derneğin kasasına aktaran, kanser tedavisi gören başkanı ve kurucusunun evi didik didik aranıyordu.
Ergenekon’a inanıyorum. Darbecilerin cezalandırılması gerekiyor, hatta keşke aynı titizlik; köşesinde oturup, “ressamım” diye geçinen kimi eski darbecilere de uygulansa. Sonuçta, eski ya da yeni (zaman aşımına uğramaz ya bu “darbecilik”), çeteci veya değil, darbeci darbecidir. Ancak; bugün, Türkan Saylan’ın olaya karıştırılması, en terbiyeli tanımıyla “Ayıptır!” Onların anlayacağı dilde çevirisi de “Günahtır!”. Ama muhaliftir Saylan, hem de en fenasından. En çetrefillisinden. Bu ülkede muhalifliği hayatları boyunca namuslarıyla ve dürüstlükleriyle yürütememiş olanlar, bunun yapılabileceğinin farkında değillerdir ki her muhalif seste bir bit yeniği arıyorlar. Bu da, ifade özgürlüğü kapsamında bir şeyler söylemeye çalışan, muhalefet etmeye çalışan farklı görüşleri sindiriyor, susturuyor.
“Deniz Feneri” Derneği’nin hala billboardlarda afişleri dönüyor, kanallarda reklamları çıkıyor. Bizim, yalnız ve güzel ülke insanımız da oraya trilyonlar akıtmaya devam ediyor. Öte yanda, ÇYDD öyle bir sunuluyor ki; sanki amacı rejimi değiştirmek, veyahut sanki bunlar çeteci…
En iyimser tahminle, umarım dernekler karıştırılmış olsun(!). Yarın, aynı savcı esas gitmesi gereken derneklere de gitsin. Biri ona yol göstersin… Adres bilinmiyorsa, Eyüp’te falan, Kanal 7’ye gidilsin… Orada kime sorsan, gösterirler. Malum, dernek sahibiyle kanal sahibi aynı kişi…

Sadece gerçekten darbe planlayan çetecilerin belirlenmesi, halkın daha fazla bölünmemesi ve insanların susturulmaması dileklerimle…


Prof. Dr. Türkan Saylan:
“Bir aşırı sağ basın var Türkiye’de, hani bir sürü sakallı, beni uzun zamandır hedef gösterip duruyorlardı, rahatlamışlardır…”








31 Mart 2009 Salı

İki senaryo gelişmesi

Bugün Derviş Zaim'e "Amazon" adlı hikayeyi senaryolaştırıp verdim...
Burada bulabilirsiniz :
http://rapidshare.com/files/215847772/amazonsenaryo.doc


**************************************************************

Ardından Ümit Ünal'a da henüz ismi konulmamış diğer senaryomu verdim... İkisini de bu dönem çekeceğiz umarım...
Ona da buradan ulaşabilirsiniz:
http://rapidshare.com/files/215849244/472senaryokeremkeskin.doc


Okuyanlar yorumlarını keremkeskin62@hotmail.com a atarsa sevinirim..
Sağolun canlar, eyvallah..

P.S: Yeni hikaye nerede diyenler, sizler de sağolasınız, fırında kendisi... Bu ara senaryolara vermiştim kendimi, onlar bittiğine göre bu hafta hikaye de çıkacaktır meydana...

16 Ocak 2009 Cuma

Bir nefret boşalması

"Kanlı Düğün" ve "Kırmızı Pazartesi" hayranı bir gençten "belki abuk", "belki kötü" bir deneme...
Öfkenin dışavurumu aynı zamanda

**

Bir katil '09
Büyük bir Histeri anı...

**


"Bugün öldürdüm seni… Sen… Yüzüme attığın o çamuru asla temizleyemeyeceğimi düşünmüştün… Mahalledeki herkes tüm hafta boyunca bana sorular sordu… Sessizce uzaklaştım yanlarından… Onlar arkamdan gülerken… Ben bu planı yaptım… Seni herkesin önünde öldürecektim… Seni çarşıda sıkıştırdığım o anda… İçimdeki nefreti alevlendirdin… Hala benimle dalga geçiyordun… Ben benimle dalga geçilmesini sevmem… Aşağılanmayı kaldıramıyorum artık… Dün senden korkanlar… Bugün beni alkışlayacaklardı… Ve bugün alkışlanandan yarın elbet korkulacaktı… O sırada, herkes bize bakarken aklından neler geçiyordu? Korkuyordun… Elbet korkuyordun sen de herkes gibi… Yapabileceğime gözlerime bakınca inanmıştın… Bense geçen hafta kardeşimi taşladığında… Onun ağlayan gözlerine bakınca anlamıştım… Yapabileceğimi… Ona bunu nasıl yaptın? Seni piç herif… Benimle dalga geçmeni umursamazdım… Deli diye yapıştırdığınız yaftayı… Yemedim ben hiçbir zaman…Kabullenmedim… Önemsemediniz… Hiçbiriniz… Ama sen… Sen beni ailemin önünde küçük düşürdün… Ve şimdi ölme zamanın… Sonsuz bir huzura kavuşturuyorum seni… Bunun için kendimi suçluyorum… Ben ölmek istemiyorum… O yüzden… Şimdi… Seni öldürüyorum… Senin zamanın geldi… Ve sen gülüyorsun… Yapacak hiçbir şeyi olmayan adamların çaresizliğini gösteriyorsun… Orada… Çarşının ortasında silahı çıkarınca… Güldün… Herkes korkmuştu ama… İçlerinden seviniyorlardı biliyor musun? Sen de böyle “kral” olmamış mıydın? Yarın… Hayat başlayacak… Yarın… Ben artık delilikten liderliğe terfi edeceğim… Sen… Sen Gülerken… Duyuyor musun? Sen gülerken… Yüzüme bakıp gülemiyorsun bile, sırıtman hep bıyık altından… Erkekçe bir gülüşün bile yok… Ve şimdi… Son sözünü söylemene bile fırsat bırakmadım… Özür diledin… Önümde… Diz çöküp yalvardın… Silahı kafanın arkasına dayadım, Ve tetiği çektim… Bir ruletti oynadığımız, Silah patlamadı… Bir daha çektim… Kanın ellerime aktı… Ben o kanı eve götürdüm bugün… Kardeşime gösterdim… Gurur duydu benimle… Hayatımda ilk kez… Hayat az önce başladı bana… Sen… Arkamdan işler çevirdin… Yakıp yıktığında sustum… Yüzüme tükürdün… Herkes gibi… Korktum senden… Artık sen bir ölüsün… Herkesin içinde öldürdüm seni… Mezarına gelenler… Senin için gelmiş olmayacaklar aslında… Bu bok yığını için hiç kimse üzülmeyecek… Bugün seni öldürdüm… Ve hayat yeni başladı… Bugün… Artık özgürüm…"

Amazon

"Başarı dediğin insanı ezip apartman ve fabrika kurmaktır."
Can Yücel


Ocak, 2000

Dar, alçak tavanlı bir dükkân… Her yanı raflarla çevrili… Her bir rafta onar yirmişer kitaptan oluşan üstleri tozlu bloklar. Rafların arasına serpiştirilmiş gibi duran iki küçük tabure ve bir adet tahta masa… Hepsinin sahibi işte oradaki adam. Ayağa kalksa başı tavana çarpacakmış gibi gelir insana. Gününün büyük kısmını burada, o minik taburelerde geçirdiğinden beli eğrilmiştir. Yüzü muntazam kırışmıştır, yaşlıdır ama o eski havasından bir şey kaybetmemiştir. Tahta masası daima düzenlidir. Okuduğu iki kitap, öteyi beriyi kaydettiği bir adet defter ve paraları koyduğu küçük bir kasa… Hesap makinesine ihtiyaç duymaz, gerekirse yanındaki dükkândan alıverir. Burayı babasından devralmıştır, az ilerideki büyük üniversitede iktisat okumuştur hâlbuki yıllarca. Okumuştur okumasına da, mezun olamamıştır. Kovulmuştur çünkü. Şimdi, “suç ortaklarıyla” bu küçük dükkânda buluşmuştur. Kitapları… Meteliğe kurşun attıran işi, en bıkkın zamanlarında onu yaşadığı dakikalara sımsıkı bağlayan hobisi, ayrıldığı sevgilisi, dertleştiği dostu kitaplar… “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki bilge saatçiye göre her saat kendi zamanını ve hayatını yaşayan bir canlıdır. Bizim kitapçımız da bu saat-saatçi ilişkisinin benzerini kurar dört bir yanını sarmış bu sayfalarla. Eski bir kitapçıdır burası, İstanbul’un –eskiye nazaran kirlenmiş- semti Beyazıt’ta. Her sabah, yavaş adımlarla geçer meydanı usulca. Dükkânına giderken hep heyecanlı olur kitapçı, otuz yıldır her sabah aynı heyecan. Saat onda açar dükkânını, bir dakika sektirmez. Kitapların ferahlatıcı kokusu içeriye sinmiştir. Yerdeki parkelere dahi hakimdir sayfaların koyu sarı tonu. Sadece eski kitapları satmaz, yenilerine de açıktır. Her çıkan kitabı takip etmeye çalışır. Eski klasikleri, büyük Rus yazarlarını veya Yeni Kıta’dan çıkan yazarları beğenir, Türk yazarlarının hakkını yemeden. Yaşar Kemal’den “İnce Memed” favorisidir… Tutkudur onu buraya bağlayan… Bir çocuğun ilk oyuncağına duyduğu, bir genç kızın ilk sevişmesinde hissettiği tutku gibi… Bir yazarın yazmak istemesindeki tutku gibi karşılıksız, saf bir duygu… Bugünlerde, diğer dükkânların parlak vitrinlerini bilgisayar kitapları süslemeye başlamıştır. Hepsinin yanında “Office kitabı geldi!”, “Adım adım internet kitabı geldi!” gibi büyük yazılar göze çarpmaktadır. Eskiye rağbet olsa, bizim kitapçının dükkânına nur yağacaktır da… Onun bilgisayarla ilgisi yoktur, bilgisayarı da yoktur. Merak etmektedir ama, bir kitapta okumuştur, şu internet ne menem şeydir! Bir gün, öğle yemeği bahanesine, çıkar dükkânından. Başını önüne eğer, paltosunun yakalarını havaya diker. Şapkasını da alır, doğru karşıda yeni açıldığını duyduğu internet kafeye doğru ilerler. Adımları çekingendir. Hayatı boyunca aynı şeyleri yemiş bir adamın yeni bir tatla tanışmasındaki o ilk ürkeklik vardır üstünde… O yıllarda yoktur öyle her evde bir internet, tüm cemaat bu küçük kafeye toplanmıştır. Yan yana masalarda sıkış tepiş oturan genç erkekler, belli ki önemli işleri var veyahut bu bilgisayar bir suç işlemiş onlara karşı… Başka türlü nasıl basılır ki böylesine sert sert, kırarcasına, o tuşlara? Kitapçı; en köşeye gider, arkasındaki –kafenin sahibi- gençten yardım ister. Genç, ona kısa sürede temel bir internet eğitimi verir. Kalkarken internetin saatinin “iki milyon lira” olduğunu hatırlatır. Kitapçı; oradan kalkıp dükkânına geri döndüğünde neredeyse akşam olmuştur. Ertesi akşam yine gider, öğrenmelidir. Ve o akşam, gazetede gördüğü bir haberi merak ederek tuşlar klavyeyi aksak aksak… “www.amazon.com” Söylendiği gibi, gerçekten, kitap mı satıyordur burası? İngilizcesi de yoktur, pek bir şey anlamaz. O gece uyuyamaz kitapçı. “İnternetten kitap mı alıyorlar? Yahu olur mu öyle şey? İnsan koklamadan, dokunmadan, sayfaları şöyle bir karıştırmadan kitap alabilir mi?” Kitapçı “Yok artık!” Diye düşünür… “Oldu olacak, yemeğimizi de internetten söyleyelim…” Yok artık! Olur muydu öyle şey! Bir şey yapmalıydı! Ertesi gün belki de ilk kez gecikti dükkâna. Uykusunu alamamıştı, uyuyamamıştı ki! O gün, sürekli müşterilerinden olan, yirmilerinde bir kız geldi. Kitapçı, bir iki hoşbeşten sonra dayanamadı interneti olup olmadığını sordu. Kız olumlu yanıtlayınca, esas meseleye geldi. Kızı masasına çağırdı, oturmasını istedi, sonra sağına ve soluna baktı usulca. “Amazon…” diye fısıldadı. “İnternette bir site varmış. Biliyor musun sen onu?” Kız utangaç, “Biliyorum, ama bu söylediğim kitabı orada da bulamadım, sizde de yok madem…” Dedi ve kaçtı! Evet, kaçtı kız! Koşarcasına uzaklaştı… Kitapçı olduğu yere çöktü. Aldatılmıştı…
Yıllar geçti… Kitapçının müşterisi azaldı. Satışlar iyi gitmiyordu. Türk versiyonları çıkmıştı şimdi bir de Amazon’un. “Mübarek, her gelişmeye pek çabuk adapte olurmuşuz gibi, bunu hemen benimseyiverdik!” Sayıları artıyordu sanal okuyucuların da, kitapçıların da. Kitapçıya tek tük uğranır oldu. 90’larda bir rivayettir gidiyordu, ana haber bültenlerinde bile bundan bahsediliyordu ciddi ciddi: Arabalar uçacaktı “milenyum”da. Bildiğiniz, havadan gidecekti yani şaka falan değil! İnsanların beklediği gibi arabalar durup dururken havalanmamıştı 2000’lerde, sırf yılın sayısı yuvarlak bir rakama denk geldi diye… Bu teknoloji budalası hiçbir boka yaramamıştı da, olan onun küçük sevimli dükkânına olmuştu. Elin amazonu onun yerini almıştı. Kitapların kokusunu çekti içine…
Hepsi hepsi, eski bir yığın önünde, yarını meçhul, ikinci el üzüntüler hakim oldu dünyasına. Dükkânından çıktı, pasajda çay kaşıklarının bardağın içinde dans ederken çıkardığı melodiyi ve tavla zarlarından gelen o davetkâr sesi dinledi bir süre…
Bir ay sonra dükkânını kapadı, yerine bir internet kafe açıldı. Yerine açılan internet kafede bir iş buldu kendisine. Şimdi bir bilgisayarı vardı, yazıcısı ve başucu kitabı… Amazona girdi, elinde kalan kitaplarının bir listesini çıkarmıştı, listedekileri bir bir satışa koymaya başladı… Anlaşılan uzun sürecekti işi, internetten yemeğini söyledi, klavyenin boşlukları arasında kaybolup gitti…
**
küçük not: fikir babalığı yaptığı için büyük insan, yüce karakter silvyo'ya teşekkürlerimi iletiyorum...

11 Ocak 2009 Pazar

Yazlığı olmayan çocuk



Karşısındaki bıyıklı ve göbekli adam ona gülmedi, sevmezdi onu. Neden öğretmenlerin çoğu gözlüklü olurdu? Ya da neden gözlük takmış insanlara daima bir “çok okumuşluk” havası hakimdi? Düşünecekti bunu. Önce düşünmesi gereken başka bir şeyi vardı. İhsan Bey kendisine beyaz, ince bir kağıt uzatıyordu şimdi. Ona İhsan Bey demeyi annesinden öğrenmişti. Sınıf öğretmenine bu şekilde hitap etmesi, ona kendisini büyük hissettiriyordu. Bir dakika! Bu kağıtta bir eksik vardı. Niye bembeyazdı ki bu kağıt? Diğerlerinin üzerinde en azından kırmızı bir kurdele vardı? O da istedi! “Benim kurdelem nerede?” “Senin kurdelen yok, gelecek sene çok çalışırsan senin de olur.” O sırada İhsan Bey’in arkasından gülen şişman çocukla göz göze geldi. Kırmızı kurdelesini annesine sarılırken sallıyordu. Pis pis sırıttı Efe’ye ve annesinin elinden tutarak çıktı sınıftan. Efe’nin annesi gelmemişti, işi vardı, Efe kusura bakmasındı. Dersleri iyi değildi; amma kafası iyi çalışırdı Efe’nin. Saçları gözlerini kapatıyordu. Kısa bir boyu vardı, herkes tatlı olduğunu söylerdi, cazibesini tatlılığından alıyordu öyleyse. Eve gitti, karnesini sakladı. Annesi buldu karnesini, bunu bile becerememişti. Kızdılar Efe’ye, çok kızdılar. Efe anlamıyordu. Bir hafta dışarı çıkması yasaklandı. Zaten sonra da tatile çıkacaklardı. Her yaz yaparlardı bunu. Bir hafta sonra dışarı çıktı Efe. Dışarıda hiçbir arkadaşını bulamadı. Bir tek o şişko çocuğu görür gibi oldu, bir duvarın arkasına gizlendi. Küçücüktü Efe, kolay saklandı. Neredeydi tüm arkadaşları? Sonradan öğrendi, herkes yazlığına gitmişti… Yazlık… Hiç yazlığı olmamıştı Efe’nin, dokuz yaşındaydı ve dokuz yıldır bir yazlığı yoktu. Her yıl giderdi arkadaşları yazlığa. O da giderdi tatile. Bir otele giderlerdi. “Otel çocuğu”ydu o. Tatil köyüne bile gitmezlerdi. Annesi, babası herhangi bir iş yapmak istemezdi tatilde. Zaten bir haftalık bir tatilleri olurdu, onu da iş yaparak geçiremezlerdi. Yoğun insanlardı onlar. Efe’nin aksine çalışkanlardı. Efe kendinden utanırdı kimi zaman. Kurdele bile alamamıştı, halbuki çok fiyakalı görünüyordu. Kırmızı ve parlak… Eylül ayında okul açılırdı. Arkadaşları yazlıktan bahsederken o başka bir köşeye geçerdi. Yıllar geçmeye başlamıştı, her şey değişmişti Efe’nin hayatında. Annesinin işi, babasının işi, çok sevdiği çikolatanın fiyatı, okuduğu kitapların kalınlığı… Hatta… Hatta bir de kardeşi olmuştu ufacık. Değişmeyen iki şey kalmıştı hayatında. Hala kurdele alamıyordu, ve hala bir yazlığı yoktu, yazlık muhabbetlerine giremiyordu. Plajda ateş yakıp kızlarla oturamamıştı hiç, onun gittiği otellerde hep turistler vardı, yabancı dili yoktu Efe’nin. “Arkadaşlarla toplaşıp” haylazlıklar yapamamıştı, gitar çalamamış, denize nasıl artistik daldığını gösterememişti kimseye. Oysa iyi dalardı, iyi yüzerdi. Yaz aşkı da olmamıştı. Tüm aşkları “şehir aşkları”ydı onun. Fazla da aşk yaşamışlığı yoktu zaten… Büyüdükçe çevresinde yazlığı olmayan tek kişinin kendisi olmadığını anladı, çoktular, birleşip büyük bir güç haline gelebilirlerdi. Yapmadı, böyle aktif bir rol üstlenemezdi. Bir şey daha fark etti sonra. Yazlığı olmayanlar en azından arkadaşlarının yazlıklarına gidiyorlardı. Efe, bunu da yapmamıştı. Bir dakika yahu, kimse onu çağırmamıştı ki! Üzüldü, odasına kapandı. Yemeğe inmedi. On beş yaşındaydı, bir yandan sınıftaki sarışın afete aşık oluyordu. Yazlığı olsa, en azından oradan bir muhabbete girebilirdi. Hem, belki –bir ümit- aynı sokakta bile olurdu yazlıkları. Yoktu, artık kurdele de verilmiyordu, şimdi başka bir kağıt veriliyordu. “Teşekkür belgesi” adı altında bir şükran sunumu… Onu da alamıyordu ki… Büyüdü Efe, o kıza açılamadan büyüdü. Özgüvensizlikle büyüdü, hep köşesinde, hep saçlarıyla gözlerini saklayarak büyüdü. Okul bitti… Bir iş buldu güç bela… Evlenemedi, çocuğu da olmadı. Yıllarca para biriktirdi bir köşede Efe… Bir yazlık aldı sonra, en güzel yerden, denize sıfır. Çok güzeldi yazlığı, komşular imrendiler. Akşam çaya geldiler. Efe onlara en güzel kekleri yaptı, pek de hamarattı. Komşular evin girişindeki koca kırmızı kurdelenin çok tatlı olduğunu söylediler. Gülümsedi, teşekkür etti. O gece komşular evlerine gitti. Sallandılar. Yıkılmadılar. Deprem olmuştu. Ertesi gün komşuları taşındı oradan. Satacaklardı o evi, uğursuzdu orası. Bir kez daha yalnız kaldı Efe… Kurdelenin altına oturdu, sessizliği dinledi. Yazlığı olmayan çocuktu o… Hüzün yakışıyordu ona…
**
Küçük not: bol bol abartı kullanılmıştır, yoksa pek tabidir ki bu dert bile değildir. Ama yazmak da bu yüzden güzeldir.. Fotoğraftaki kardeşim buarada, küçükkene, sevimlidir halen..

10 Ocak 2009 Cumartesi

Bakkal Amca


50li yaşlarının keyfini sürüyordu bakkal amca kendisine ayırdığı küçük ve tıka basa dolu dükkanında. Şekerlemeler, çikolatalar, yağlar, ballar arasında geçiyordu hayatı. Yağ, bal arasında geçiyordu hayatı dediysem, sahiden!... Mutluydu… Keyfi yerinde, sırtı pekti. Parasal açıdan değildi ama parası olsa da harcayacak yeri yoktu zaten. Nerede oturduğu bilinmezdi, hep buradaydı o. Buralıydı. Sabah müşterileri rutini aksatmaz ona gelirdi, gazetelerini alırlardı. Herkesin gazetesi belliydi amma arada değişiklik de yaparlardı. Bakkal amca sevinirdi buna. O her sabah hepsini okurdu biraz biraz. Dairesinde –ki burası onun gerçek eviydi- televizyon yoktu, radyo vardı küçük bir tane. Cızırdardı, ses çıkarmazdı çoğu zaman ama olsundu, vardı ya, o yeterdi… Ha, bu arada dükkanın kendisinin adı da “Bakkal Amca”ydı. Kendi lakabını kendi vermişti anlayacağınız. Bir ara sebze, meyve işine de girmek istedi. Yapmadı. Yapamadı. Mahallenin manavının işini almak istemedi. Sevmezdi çünkü. Ona yeterdi kendi kazandığı, kendi yeri, yurdu. Bilirdi ki o sebze, meyve satmaya başlarsa, mahalleli ona gelecek, manavın işleri rast gitmeyecek bundan gayrı. Çoluğu, çocuğu mahalleliydi. Tonton değildi, incecik, kara kuru bir şeydi aksine. Kısa boyluydu. Bodurdu demek daha mı doğru olur bilmem ki... Yine de ona “dede” demek hoşuna giderdi çocukların. Bir gün karşısındaki küçük bahçeli ev yıkıldı bakkal amcanın. O eve bakınca kendi memleketi gelmişti aklına hep. Yeri, yurdu burası dedik amma elbet bir memleketi vardı bakkal amcanın da herkes gibi. Ege’nin denize dik dağ yamaçlarında… Alabildiğine yeşillik… Ne diyorduk? Bir ev vardı karşısında ve yıkılmıştı. Çok geçmedi, bir gün yine kendisi düşeş için dua ederken tavla başında, büyük bir gürültüyle irkildi. Yıktı tavlayı, karşısındaki kasabı sinirlendirdi. Kasap onun aksine heybetliydi, kalktı masadan. Bakkal amcanın umurunda değildi. Daha önce defalarca yaptığı gibi birkaç bir şey götürür, affettirirdi kendini ne de olsa. Kamyonları gördü, dozerlerin kepçeleriniyse içeri kaçarken kapı aralığından görebildi. Sandalyesine oturmadı, tabureyi peynir sattığı yerin arkasına çekti, iki elini bacaklarının arasında kavuşturdu ve bekledi. Seslerin geçmesini… Sesler bittiğinde akşam olmuştu. O gün kimse uğramamıştı bakkal amcaya. Dışarı çıkmaya ürktü. Son ses de kaybolunca kafasını hafifçe uzattı. O gün kafasını uzattığında bir şey. Sade boşluk… O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı bakkal amca için. Kasapla tavlayı tekrar oynamak istedi, başaramadı. Kısa sürede yeni apartmanlar, süpermarketler kuruldu şirin mahallesine. Modernleşti mahalle. Bakkal amca modernleşemedi. Bir ara tabelasını ışıklandırmayı düşündü, başardı da. Çok para harcadı. Işıl ışıl oldu tabela. Kimse umursamadı. Bakkal amca unutuluyordu. Hüznü dükkanını sardı. Dükkan gittikçe küçüldü, küçüldü. Bir gün çöktü dükkan. Bakkal amca içerisindeydi, öldü. Geriye sadece ışıklandırmalar kaldı. Yerde ışıl ışıl bir enkaz… Bir ara minicik bir çocuk annesinin paltosundan çekiştirdi, parmağıyla ışıkları işaret ederek. Annesi dinlemedi, elinde kocaman poşetleri vardı. Bir yere yetişmesi gerekiyordu, belli ki. Herkesin olduğu gibi… Işıklar çocuğa göz kırparken kayboldular. Bakkal amca, enkazın altında, dertsiz, tasasız…

9 Ocak 2009 Cuma

8 Ocak gecesi hatırası


İçmek istiyorum… Öyle bira, votka falan değil. Ağır ağır rakı içmek. Birer duble, birer duble… Yavaş yavaş… Her yudumda boğazımı hafifçe yakmasını istiyorum… “İşte bak, suyun rengi beyazdır!” diyebilmek… Karşıma bir Anadolu manzarası almak… Hafif bir esinti… Esinti hafif olsun da, havanın soğuğu sert olsun. Üşümek istiyorum. Elime bir kitap… Can Baba da olur, Atilla İlhan da… Bir yanda arkadan hafif bir müzik. Türkçe sözlü hafif batı müziği dediklerinden değil. Harbi müzik. Hayal ediyorum. Sanatçılar sıralanmış. Hepsi de gidenlerden. Kazım var, Manço var… Onno üstat var ama o söylemiyor. Şimdi… Buradalar… Yetmiyor, gitmek istiyorum. Yanıma üç beş arkadaş alıp gitmek. Eğlenmek istemiyorum, gülmek de… Bazen gülmeden de mutlu olabilir insan. Hatta gülmeden de mutlu olmayı başarıyorsa işte o zaman “baba”dır “büyük”tür o kişi. Yağmur yağmaya başlıyor. Ben küçücük vücudumu bir köşeye sıkıştırıyorum, üşümem yerini ıslaklığa bırakmış. Karşıdan bir kalabalık geliyor. Gelenler kocaman olduğu için seçiliyor rahatlıkla. Bense ıslak, kuytu bir köşede, küçücük. Görmüyorlar bile beni. Çıkıyorum. Yağmur diniyor. Gülümseme yok yine ama rahatlık var. Yalnızca bir kadeh istiyorum, küçük ince belli bir kadeh! Yalnızca… Yalnızlık…

okumak ve yazmak üzerine (başlığı kadar sıkıcı değil)


Çocuktum. İlk okumalarımı yapmak için gün boyu annem veya babamın gelmesini beklerdim pencere kenarında. Mahallemiz o eski tip herkesin birbirini tanıdığı, hatta akraba olduğu mahallelerdendi. İki bina yanımda kuzenim vardı örneğin. İnsan bakımından neşeliydi amma ve lakin, mahallede dergi satan bir yer yoktu, gazete satıyordu bakkallar, o da bana sıkıcı geliyordu. Hem ben daha beş yaşındaydım. Anlamıyordum. Büyüklere göreydi gazeteler.(Hoş, ben hala gazeteleri anlamıyorum. Yani onları anlıyorum da, yapmaya çalıştıklarını...) Walt Disney… Evet buydu derginin adı! Donald Amca, Varyemez Amca, Mickey-Mini ikilisi… O dergiye aittiler. Babam eve gelirdi, elinde dergi… Annemle beni aralarına alıp dergiyi okumaya başlarlardı bana. Nedendir bilinmez, yazı işleri müdürünü bile bilirdim ben o derginin, okuturdum orasını bile. “Parmakla takip” en büyük esastı bu okumalar sırasında. Onlar takip edecekti ki ben nereyi okuduklarını görüp, okumayı öğrenecektim. Öğrenirdim de sahiden. O akşam ezberlediğim şekilde ertesi gün kendi kendime okurdum hikayeleri. Yazı işleri müdürünü es geçmeden… Tonlardım bir de. Her karakterin, ayrı sesi olurdu. Çocuk halimden ne kadar çeşitli sesler çıkardı bilseniz şaşarsınız. Sonra… Bir gün elimde yine dergi… Kapakta el sallayan koca koca adamlar gördüm. Ama burada Varyemez Amca olmuyor muydu? Bunlar insan! Neden? “Baba bu dergi bizim dergi değil!” Dergi kapanıyormuş, veda sayısıymış. O yıllarda yaşanabilecek en büyük hüzün… Hemen eski dergiler çıkarıldı. Evet, övünüyorum, o yıllarda bile –hani şu annelerin evde görmeye dayanamadığı ve bir yolunu bulup en eskilerden başlayarak sobaya attıkları- türden bir dergi koleksiyonum oluşmuştu benim. Gözlerimde yaşlar okumaya başladım… Yok, şaka, o kadar değil. Ama üzülmüştüm, güzel dergiydi işte. Niye kapandı ki? Kriz varmış sonra öğrendim. Neymiş ki kriz? Paraları yetmiyormuş. Bir çocuğun okuma aşkını köreltiyorsa kötü bir şey olsa gerekti. Onu da sonradan öğrettiler. Dergiyi bile aramıştık telefonunu bulup, yazarlar belki bir başkasından da bu kadar ilgi görselerdi napar eder bulurlardı dergiyi yaşatmanın yolunu. Hayır, kendimi kandırıyorum, bulamazlardı tabii, çocuk aklı işte… Ayrıca derginin parasını veren de yazarlar sanırdım hep… Kendin yaz, kendin çıkar gibi… Çizgi filmlerin arasında dergi okuduğumuz yıllardı. Okumadığımızda haylazlık yaptığımız, haylazlık yapmadığımızda mutlaka uyuyor olduğumuz. Ve her çocuk uyurken öyle masumdu ki… Öğrenmeye devam ediyorum… Büyüdüm, bir de yazayım dedim şimdi. Onun için açtım bu sayfayı. Kimler yazmıyor ki, ben niye yazmayacakmışım! Bu memlekette yazmayı hiç bilmeyen adamların köşelerini okumuyor mu insanlar her gün her gün!(İlk yazıdan taş!) Genç kızların günlüğü muamelesi yapayım blog'a. Bu arada, hep eziyoruz o genç kızları da, arkadaş, özeniyor muyuz bir yandan da ne! Bloglar da bir nevi günlük vazifesi görmüyor mu bazılarında? Neyse… Belki bir gün buradan ben de el sallarım insanlara. Belki bir gün bir çocuk da beni arar bulur. “Abi” der. “Bir Walt Disney vardı ne oldu ona?” Ne diyorduk? Walt Disney… Ne güzel dergiydi be, yine olsa yine okurum vallaha. Esenlikle…

Küçük not: Dergiye ait resim bulamadım, ancak ansiklopedilerinden birinin resmini koydum. Olsun, onlar da vardı bende, hala var, kitaplığımda duruyor. Valla. İsteyen gelsin bize görsün.